top of page
Ali Mert

Yeni işgücü rejimi ve ucuz göçmen emeği

Kapitalist/emperyalist sistemin bugününü anlamak ve anlatmak için öne çıkan iki sözcük: neoliberalizm ve küreselleşme. Birleştirip “neoliberal küreselleşme dönemi” demek mümkün. 


Dönemi tasvir ederken sermayenin yoğun ve azgın sömürüsünden, işçilerin sendikasızlaştırılmasından, özelleştirmelere paralel yürüyen kuralsızlaştırmadan, esnekleşme ya da esnek istihdam adı altında istikrarsız ve güvencesiz çalışma ortamının oluşturulup yaygınlaştırılmasından vb. sıklıkla söz edilirken, hemen bunun yanı sıra emek ile sermaye cephesi arasındaki farkları sıralayıp “Tamam, sermaye küreselleşiyor, hareketi de serbest ama emek serbestçe hareket edemiyor. Yani bir taraf hızla küreselleşiyor, öbür taraf hep evinde mahkûm. Sermaye onun en ucuzunu gidip her yerde buluyor, öyle sömürüyor” türünden belirlemeler de yaygın olarak dile getiriliyordu. Doğruydu da.


Şimdi ise, aradan otuz küsür yıl geçtikten sonra, kuşkusuz yine “serbest” değil ama açık ya da kaçak yollardan olsun emeğin de yoğun bir hareketliliği söz konusu; zorunlu ya da gönüllü göçler, sermayenin daha yoğun biriktiği merkez ülkelerde de her yönüyle tartışılan göçmenler/mülteciler olgusu var. Sadece ekonomik bir olgu değil bu, milliyetçilikle ve ona paralel itkiler ve itliklerle ortaya çıkan siyasi, ideolojik ve kültürel boyutları da hayli sarsıcı.


Yani sadece sermaye değil, emek de hareket ediyor artık, sınırlara, sınırlamalara, duvarlara ve hatta silahlara rağmen hareket etmek zorunda kalıyor ve daha da çok hareket edeceği, etmek zorunda kalacağı açıklıkla görülüyor. Bir yandan yaşama tutunma zorunluluğu, beri yandan sermayenin ihtiyaçları… Bir yandan yabancı ülkelerde kendi çevresini oluşturup bazı kültürel değerlerini korumaya çalışarak tutunma çabası, beri yanda göç edilen ya da sığınılan ülkede bu kültüre karşı aşağılama dolu çıkışlar, düşmanlıklar… Bir yanda kendi ekmeğini kazanma çabası, beri yanda benim ekmeğime engel oluyorsun kavgası… Ekonomik savaş, kültürel savaş… iş ve aş savaşı, iç savaş, derme çatma botlarla derin suları aşma ve hayatta kalma savaşı… hepsi bir arada!


Neticede dış ve iç savaşlardan kaçanlar bir yanda, açlık ve büyük yoksulluk koşullarından kaçıp göçmek zorunda kalanlar diğer yanda, sınırlar/duvarlar ve “kabul görememek”ten kaynaklı ölümler beri yanda… kocaman bir kanayan yara var ortada. Neoliberal küreselleşme döneminin yeni işgücü rejiminde, ucuz göçmen emeğinin yeri hayli önem kazanmış durumda. Daha da kazanacağı ortada.


Ucuz göçmen emeğinin sömürülmesi ve soğurulmasında, emperyalist merkezlerin farklı ülkelere farklı roller biçmesi de meselenin bir diğer boyutu. Türkiye, son yıllarda bu rolleri çok yönlü olarak üstlenir durumda. Hem Türkiye’nin batısına doğru daha fazla göçün engellenmesinde bir fren vazifesi… hem içerideki yerli/milli sermayeye en ucuzundan emek gücü arzı… hem sınıfsal meselelerin başka alanlara kanalize edilebilmesi ve milliyetçi kabarışlardan yararlanılması için elverişli bir zemin ya da silah… hem “din kardeşleri başta olmak üzere muhtaç durumdaki insanlara, savaştan kaçanlara yardım eli uzatan” güçlü ve büyük ülke imajının desteklenmesi… hem Batı'yla yapılan anlaşmalardan gelen ve bu işin “bedeli/rüşveti” olarak bilinen “sığınmacı/mülteci yardımları”nın iktidar tarafından keyfi bir biçimde kullanılması… hem yeni “yardımlar” için elde her zaman bir pazarlık unsurunun bulundurulması ve “açarız kapıları haaa!” uyanıklığı…


Boyut çok olsa da yazının temel derdi açısından daha çok ikincisiyle, yani “yerli/milli sermayeye en ucuzundan emek gücü arzı”yla (ve kuşkusuz, bu “ekonomik temel”in siyasi ve ideolojik uzanımlarıyla/yansımalarıyla) ilgiliyiz. Güvencesiz biçimde, en düşük gündelikle çalıştırılabilecek bir tür “köle emeği”nin her an hazır ve nazır olması, sermaye için, onun hiçbir biçimde karşı konulamaz “kâr ve daha çok kâr güdüsü” için eşsiz bir fırsat. Doğrudan bu emek gücünü kullanma anlamında da, mevcut işçilerine/emekçilerine “Bakın, sizden çok daha ucuza çalışacaklar var, ayağınızı denk alın” diye gösterilebilecek yedek ve ucuz emek gücü ordusunun el altında, göz önünde bulundurulması anlamında da. 


Ve sermayenin iştahından ve tehditlerinden bağımsız, çırılçıplak bir gerçek var hep karşımızda: Hepimiz, bütün emekçiler sömürülüyoruz, eziliyoruz ama onlar katmerli bir biçimde sömürülüp eziliyor. (Dante’nin kat kat aşağılara inen Cehennem’ine benzetecek olursak, her kat cehennem, her katta ateş var ama en alt kattakilerin durumu her zaman daha beter.) Sömürü oranının daha yüksek olmasına ek olarak yalnızlaştırılıyorlar, sorunlarına karşı umursamazlık duvarları örülüyor, itilip kakılıyor, sindiriliyor, hor görülüyor ve nihayetinde düşmanlaştırılıyorlar…


Suriye ve Afganistan’dakiler başta olmak üzere savaşların ve çatışmaların sebep olduğu zorunlu göçler, Türkiye özelinde önemli bir ağırlığa sahip. Ama silahlı savaşlar olmasa da, sınıfsal savaşlar ve büyüyen yoksulluk nedeniyle “mobilizasyon”un engellenemeyeceği de ortada. (Ortadoğu dışında Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Moldova, Kırgızistan vb. ülkelerden gelen, ağırlıkla yaşlı/hasta bakımında “değerlendirilen” işgücü de malum). Nitekim hayata tutunmaya, çocuklarına bir gelecek sunmaya çabalayan tüm Afrika ve Ortadoğu yoksullarının Avrupa’ya, tüm Güney Amerika yoksullarının ABD’ye geçme/kaçma çabaları, sorunun “küreselliği”ni açık bir biçimde ortaya koyuyor. Asya’dan ve Afrika’dan Arap yarımadasına, Körfez ülkelerine doğru daha “yumuşak geçişler”, Asya içinde Singapur ve Hong Kong gibi iş merkezlerine “kayışlar”, Çin’e doğru “arayışlar” vb. de bu sürecin şimdilik daha az dikkat çeken bileşenleri arasında. 


Türkiye özelinde daha ayrıntılı durmadan önce bu coğrafyalardan birine daha yakından bakalım mı?


Dubai’nin emek haritası ve göçmenliğin farklı katları

Eşimin işi dolayısıyla sekiz senedir yaşamakta (ve son iki senesi de tamamlansın diye gün saymakta) olduğum Körfez şehri Dubai, iş, finans, teknoloji ve alışveriş merkezlerine, fazlasıyla gösterişçi, lüküs bir yaşama, Lamborghini’lerin havalı motor seslerine, yüksek yüksek kulelere vb. dayalı şatafatı ve yapaylığı bir yana, yeni emek rejimi açısından laboratuvar berraklığında örnekler/olgular sunan bir yer olmasıyla da dikkat çekici. Sermayenin ve emeğin “yarı zorunlu-yarı gönüllü” göç alanlarından biri olarak söz konusu “yeni rejim”i en uçlarda kurup yaşatıyor. 


Evet, onca yapaylığı, şaşaası ve kozmopolit görünümü içerisinde fanusa konulmuş bir deney alanı ya da laboratuvar olarak da düşünebileceğimiz bu şehirde, şöyle biraz uzunca zaman geçirdiğinizde, (neredeyse tümüyle kamuda çalışan ve toplam nüfusun sadece yüzde 15-20’sini oluşturan yerli/Emirati kesim dışında) farklı coğrafyalardan buraya göç eden nüfusun “istihdam dağılımı”nı rahatça gözlemeniz mümkün hâle geliyor: 


Pakistanlı, Bangladeşli ve Hindistan’ın belli bölge ve kastlarından taksi şoförleri ile kuryeler; çoğu Filipinli çocuk bakıcıları, ev hizmetlileri ve gündelik temizlik emekçileri; çoğu Kenyalı ve Nijeryalı olmak üzere Afrika’dan gelen “concierge”ler/resepsiyonistler, özel güvenlik elemanları; otomobilden elektriğe, bilgisayardan cep telefonuna her alanda Hindistanlı teknisyenler/tamirciler; kuaför, terzi vb. esnaf işlerinde yoğunlukla Ürdünlü ve Lübnanlılarla birlikte yine Hintliler; Bhutan’dan Endonezya’ya Asya’nın, Sudan’dan Uganda’ya Afrika’nın envai yoksul ülkesinden otel ve restoran emekçileri; yine (lise eğitiminde görece iyi derecede İngilizce eğitim verilmesinden hareketle) Filipinlilerin çoğunluğunu oluşturduğu market ve mağaza çalışanları, kasiyerler vb. vb. Asya ağırlıklı geniiiiş bir “emekçi kesim” söz konusu... En dipte, (biri bittikçe on yenisi eklenen devasa kuleler, villalar, otoyollar, geçitler ve viyadükler nedeniyle) hayli kalabalık bir biçimde ve hemen hemen kölelik koşullarında çalışan, Bangladeş’ten, Pakistan’dan, Sri Lanka’dan, Afganistan’dan ve Hindistan’ın en yoksul bölgeleri ile kastlarından, Tamil Nadu’dan vb. gelen inşaat işçileri yer alıyor… Ve tepede yahut o kulelerin “ofis dünyası”nda da, büyük çoğunluğu Batılı/Avrupalı/ABD’li ve (Kerala eyaletinden gelenler başta olmak üzere) Hintli, bir kısmı Lübnan, Ürdün ve Mısırlı beyaz yakalılar, son zamanlarda da Rus ve Çin’den üst-orta düzey yöneticiler!


Peki, bu insanlar, niye evlerinde/ülkelerinde, o güzelim bereketli topraklarında, çoğu daha ferah ve yaşanabilir iklimlerinde oturup çalışmıyor da, böyle çöl ortasındaki yapay bir şehre hücum ediyorlar?


Bunu bilemeyecek ne var: Geçim derdi ve ekmek (beyaz yakalılar için pasta) kapısı tabii ki! Mavi yakalı emekçilerin hepsi kendi ülkelerindeki yoksulluk koşullarından “bir tık” (beyaz yakalılar ise mümkünse “birkaç tık”) daha yukarıda kazanıp hayata tutunabilmek, evlerinde/ülkelerinde ve dolayısıyla yoklukta kalan aile ve akrabalarına üç beş kuruş gönderebilmek için ter döküyor ve sermayenin (yeni emek rejiminin) ihtiyaçlarını karşılamak için ülkelerinden kopuyor/koparılıyor işte.


Kuşkusuz iç ve dış savaşlar bu süreci hızlandırıyor ama onlar olmasa da, dünyanın her köşesinde, özellikle de güney ülkelerinde büyüyen işsizlik-geleceksizlik sorunu; miras yoluyla bölüne bölüne küçülen toprakları ekerek geçinebilmenin imkânsızlaşmaya başlaması ve tarımın kapitalistleşmesiyle birlikte kente doğru zorunlu olarak göçen köylünün bu işsizliği daha da katlaması; iklim değişikliğinden/felaketinden kaynaklı kuraklık, susuzluk gibi sorunların belli bölgelerde hayatta kalmayı daha da zorlaştırması; yer yer açlığa doğru giden ağır yoksulluk koşulları; bitmeyen krizler, eriyen gelirler, sosyal güvenliğin ve sosyal olan her şeyin kamusal hizmetlerle birlikte sıfırlanması; gelir dağılımında adaletsizlik büyürken alt dilimlerin payının her geçen gün daha da azalması ve sınıf savaşının diğer gerçekleri ile görüngüleri zaten bunu yapıyor. Göçmeyip ülkesinin kentlerinde kalanlar da oralarda büyük sanayiye üretim yapan küçük ter atölyelerinde ucuz işgücü olarak hayata tutunmaya çalıştıkları için, şimdilik “bir tık fazla” kazanabilme, sınıf atlanamasa bile en azından Dante’nin cehenneminde bir kat yukarı çıkabilme, belki ileride “birkaç tık” fazla kazanıp ülkesinde gayrimenkul falan edinerek geleceğe tutunabilme, çocuğuna da bir gelecek, iyi bir eğitim imkânı sunabilme vb. umudu, insanları, özellikle de yeni kuşakları daha da fazla göçe zorluyor.  


Kuşkusuz bu “yarı zorunlu, yarı gönüllü” göçü kendine doğru çekerken Dubai’nin sermayeye sunduğu (vergi avantajı dışında) önemli bir avantajı var: Sokağın, eylemin, (görünür) mücadelenin, direnişin, grevin vb. sözünün dahi edilemeyeceği bir disiplin ve düzen altında çalışıyor burada emekçiler. Dolayısıyla “Dubaileşme” denen şey, en başta sermaye için –o çok sevdiğimiz kitabın adıyla belirtecek olursak– “dikensiz gül bahçesi vaad etmek” anlamına geliyor. 


Son birkaç parantez de, söz konusu “düzen ve disiplin”i kendi içlerinde üreten Hindistanlı emekçilere ayrılabilir belki. Şehrin nüfusunun en kalabalık kesimini oluşturdukları ve hemen hemen her işe el attıkları için Dubai’ye göçen Hintli emekçileri gözlemlemek daha kolay. “Kast sistemi”nin bir şekilde sürdüğü, aynı işi yapan insanlar arasında dahi bir hiyerarşi olduğu, üsttekilerin alttakileri paylamasının “olağan” kabul edildiği, “mobbing” denen şeyin (iş) hayatın(ın) doğal bir parçası olarak hüküm sürdüğü vb. ufak gözlemlerle bile anlaşılıyor. Örneğin yaşadığım yerin hemen giriş katında, takım elbise dikip üreten bir terzi atölyesindeki çalışanların sadece işe gelişlerine baktığınızda bile “hiyerarşik düzen”i hemen fark edebiliyorsunuz: Her sabah belli bir saatte van aracıyla iş yerinin park alanında duruyorlar, en önden jilet gibi takım elbiseleri içinde şıkır şıkır parlayan, dimdik yürüyen iki patron/terzi yürüyor, hemen arkada, ellerinde öğlen yemeği için sefer tasları ile iki kalfa, sonra dört emekçi, yüklenmişler bir sürü kıyafet çıkını ve torbayı ayaklarını sürüye sürüye takip ediyorlar öndekileri. Her sabah aynı manzara… ön sıradan arka sıraya doğru eldeki işler ve sırttaki kambur büyüyor, ülkenin yasal olmasa da hükmünü sürdüren “kast sistemi”nde üst basamaklardan altlara doğru iniliyor ve (Vijay Prashad’ın deyişiyle) “esmer milletler”in bu gurbetteki temsilcilerinin esmerlikleri de artıyor sanki… 


Kat kat aşağıya inildiğinde, en diptekilerde, şantiyelerde ise durum daha vahim tabii. Örneğin binek araçlarında klima olmaması neredeyse düşünülemez Dubai’de, belli mevsimlerde onsuz nefes alınamaz; bir tek inşaat işçilerini kamptan şantiyeye, şantiyeden kampa taşıyan eski model beyaz otobüslerde bulunmaz bundan, camlar hep açık, bir ihtimal pervane!


Son olarak bir de “akademik çalışmalar”da falan öylesine okuyup geçtiğimiz korkunç kavramlar vardır hani; “subhuman” bunlardan biri, “alt insan” ya da “insan-altı”. Akademik metinlerden hayata dönüp baktığımızda, bu şantiyelerde çalışan insanlar öyle mi görünüyor acaba? Hiçbir değer vermeden, inanılmaz sıcağın altında kavrula kavrula çalıştırılan kişileri, “kendileri gibi insan”dan saymayarak mı bu koşullarda tutabiliyor (bu “görüş”leri sayesinde de bir bakıma “vicdanlarını rahatlatıyor”) acaba onların tepesindekiler; “Onlar insan değil ki zaten. Dolayısıyla yaşayıp ölmelerinin de pek bir değeri yok. Biri gidince yerine yenisini koyabildiğin sıradan bir varlık, bir araç ya da sadece kelle sayısı”. Nasıl Hitler “Der Untermensch” olarak gördüyse Yahudileri ya da Trump ve beyaz üstünlükçü yandaşları bugün öyle görüyorsa Haitilileri, yüksek kasttakiler de en alttakileri ve bazı en yoksulları, örneğin Tamil’leri öyle görüyor gibi.


Özetle, Dubai özelinde her köşede göçmenlik var ama göçmenlikten göçmenliğe de, kat kat katmanlar, kastlar ve dağlar kadar farklar var.


Türkiye’nin emek haritası ve “göçmen romantizmi”

Gelelim memlekete. Son günlerde solumuzda ülkenin güncel “emek haritası”nı çıkarmaya dönük yazılıp çizilenlerin sayısında bir artış var. “Ucuz göçmen emeği” bu haritalarda henüz pek bir yer tutmuyor, daha çok işçi sınıfının ve orta sınıfların kapsamı, farklı çalışan kesimlerin işçiden sayılıp sayılamayacağı gibi konular, “toplumsal proletarya”, “gri yakalı” gibi kavramlar ele alınıyor.


Kuşkusuz bu çalışmalardan murad edilen şey örgütlenme… Sınıfın şu kesimini örgütlemeliyiz, yok olmadı bu kesimi daha öncelikli, farkındaysanız falanca kesimi giderek filancaya dönüşüyor, beyaz yaka giderek gri oluyor, mavi yaka hızla azalıyor, kafa kol iç içe geçiyor (kafakola alalım o vakit), hizmet sektöründeki yeni kollarda kölelik şartları başlıyor ve buralara artık üniversite mezunları giriyor, taşrada da Organize Sanayi Bölgelerinden ziyade hizmet kesiminin ağırlığı artıyor vb. vb. gırla çözümleme var. Analizde, değişimleri yakından anlama ve orta sınıfı da eriten yeni yoksullaşma dinamiklerini kavrama gayretinde, bunlara uygun strateji ve taktikler ortaya koyma çabalarında, zihin açmada vb. bir sorun yok elbette. Ama bir süre sonra olay, pek de somut karşılıkları olmayan, afaki zihin jimnastiği ile sınırlı kalmaya başlıyor ve bu çözümlemeleri okuyanda, “Örgütleyin de sınıfın hangi kesimini örgütlerseniz örgütleyin kardeşim, sanki falanca kesim daha elverişli koşullar sundu da, gelin bir an önce bizi örgütlemeye başlayın bakalım diye davetiye çıkarmaya başladı da, sizin icabet etmeniz eksik kaldı” gibi bir hissiyat oluşmaya başlıyor. Sınıfı hemen hemen hiç örgütleyememiş durumdayken, masa başında hangi kesimini öncelikle örgütlememiz gerektiğine bir karar verebilsek, gerisi çorap söküğü gibi gelecek mübarek! Neyse…


Teorinin griliği içinde gri yakalı vb. çözümlemeler devam ederken, hayat ağacının yeşilliğinde ölüm haberleri geliyor sıklıkla. Kimisi “alt insan” kavramını akla getirecek düzeyde:


Örneğin, Zonguldak’taki kaçak madende çalışırken ölen, “olay ortaya çıkarsa ocak kapanır” korkusuyla cansız bedeni işletme sahipleri tarafından yakılan Afgan madenci Nourtani’nin, aslında “yaralıyken diri diri yakılmış olabileceğine” dair şüpheler ortaya çıkıyor sonradan. Kayıtsız, güvencesiz, kaçak çalışmanın ve katliam mertebesine ulaşan “kaza”ların daha da yaygınlaşması bir yana, bir insanı yaralıyken yakabilmek için başka bir “bakış açısı” ya da ona “alt insan değersizliği” atfetmek gerekiyor gerçekten de. Benzer bir şekilde İzmir Güzelbahçe’de üç Suriyeli işçi çalıştıkları işyerinde yakılarak öldürülüyor, haber kısacık bir gündem oluyor geçiyor. Göçmen bir işçiyle ya da sığınmacıyla bağlantılı bir cinayet, yağma ya da taciz/tecavüz olayı, daha çok da bunun söylentisi üzerine milliyetçi ya da toplumsal histeri şeklinde açığa çıkan “mahallî katliam girişimleri”ni eklemeye gerek yok herhalde…


Nourtani’nin katline benzer olayları filmlerden izliyorduk arada: Örneğin sıklıkla emekçilerin ve göçmenlerin sorunlarını anlatan Belçikalı yönetmen kardeşler Dardenne’lerin La Promesse (Söz) filminde, inşaatta kaçak olarak çalıştırılan Afrikalı işçilerden biri, işletmeye müfettişler geldiğinde yaşanan kaçışma sırasında iskeleden düşüp ağır yaralanıyordu. İnşaatın başındaki kişi, yaralı olduğunu bildiği hâlde, müfettişlerden saklamak için yaralı bedeni gizli bir köşeye çekiyor ve orada öylece ölüme terk ediyordu. Avrupa’nın bu “soğuk gerçeği”, artık ülkemizin de “sıcak gerçeği” hâline geldi/geliyor sanki.


Benzer olaylar çok da, ne yapacağız peki? Çaresizce izlemek dışında ne geliyor ki elden? 


İşyerinde, üretimde, üretim biriminde bir “birlik” mümkün değil çoğu zaman. Tam tersine “ayrılık ve ayrıştırma” üzerine kuruluyor sistem. Kayıtsız, kaçak çalıştırma, “yabancı”yı asgari ücretin altında çalıştırma ve “yerli” olup asgari ücretle güç bela geçinene de “Bak, bu yabancı ekmeğini elinden alabilir ha!” tehdidi savurma üzerine inşa ediliyor sistem. (Göçmen ya da mülteci işçiye de, hiçbir güvencesinin olmadığını, hiçbir şeye karşı çıkamayacağını, eyleme geçemeyeceğini, ne denirse onu yapacak şekilde tam bir itaatle çalışacağını belletiyor aynı sistem.)


Yabancı/mülteci düşmanlığı hassas dengesinde, risklerle dolu bir ipin üzerinde yürümek durumundayız o hâlde. “Yerli/Türk işçi” için işini çalabilen, ekmeğini elinden alabilen, kendisi genelde yararlanamıyorken (Batı’dan gelen “içeride tut payı” ya da “yardım” sayesinde) birtakım ücretsiz sağlık hizmetlerinden yararlanabilen bir dış tehdit olunca, “millî hassasiyetler” kolayca kaşınabiliyor hâliyle.


Bu durumda “Ne yapacağız peki?” sorusuna yanıt ararken, yükselen milliyetçi histeriye karşı dikilmek, milliyetçiliğe/ayrımcılığa karşı sınıf ortaklaşmasını, sınıf dayanışmasını/kardeşliğini öne çıkarmak hemen ilk planda geliyor akla. Ama ortak ve organik bağlar olmayınca, “sahada” karşılık bulamayınca, lafta ve söylemde kalmıyor mu bu da yalnızca?


“Ülkelerine geri dönmelerini” sağlayacak koşulların yaratılmasını, mevcut durumun ve çarpıklıkların hükümetin yanlış politikalarından, Batı'nın dayatmalarından kaynaklandığı söylemini öne çıkarsak olmaz mı peki? Bunu yapan çok da, ortada “geri döndürülemez bir gerçek” olduğu da kabul edilmek durumunda. Başta da anlatmaya çalıştığımız gibi, Suriye’deki iç savaşla sınırlı olan, “geçici misafirler” ya da “arızi bir durum” yok yani ortada. Suriyelilerin bir kısmı zamanla geri dönse bile, tüm dünyada ivmelenen, Türkiye’ye de giderek daha fazla nüfuz eden bir gerçeklik var. Hükümeti eleştirip deşifre etmek kadar, bu gerçekliği göz önünde bulundurmak da önemli. Türkiye’ye gelenler de, ülkeden gidenler de (*) “mesele” olmayı sürdürecek hep. Bu gerçeğe göre hareket etmek, stratejik yaklaşımlar geliştirilmek durumunda.


Stratejik yaklaşımlar demişken, ne gibi başlıklar ya da tutamak noktaları belirlenebilir peki: Emek haritasında hep böyle bir bileşen olacak ve ağırlığı da artacaksa, bu “göçmenlik/mültecilik/sığınmacılık statüsü” nasıl ele alınmalı, sığınmacılıktan mülteciliğe, oradan göçmenliğe geçiş nedir, yurttaşlık hangi aşamada devreye girebilir, bu geçişler için ideal koşullar neler olabilir, geçici oturum-kalıcı yerleşim vb. bunlar değerlendirilebilir sanki en başta. Yani, nasıl geçici yahut kısa süreli kılınabilir bu statüler; “çifte vatandaşlık”, “eşit yurttaşlık” gibi konularda ne gibi somut politikalar üretilebilir; “yurttaş” tanımına dönük yeni bir “toplumsal sözleşme” üzerinde mi durmak gerekir? Çalışanların “yurt ve göç eksenli statüleri” ne olursa olsun, her kesime yönelik “asgari ücret altı çalıştırmanın yasaklanması” için neler yapılabilir? Daha somut ve “saha”ya yönelik bakıldığında; güvencesiz, asgari ücretin altında çalıştırılmaya karşı ortak mücadele platformları kurulabilir mi? Önce göçmen/mülteci işçilerin dernekleşmesi üzerinde durulup, sonrasında parti ve sendikalarla ortak “tartışma ve eylem platformları” oluşturularak, çalışma koşullarının iyileştirilmesi başta olmak üzere sorunlar ortaklaşa ele alınabilir mi? Kardeşliği, dayanışmayı, hak arayışını öne çıkaran, ayrımcılığı/milliyetçiliği değil birlikte mücadeleyi/kardeşliği öne çıkaran ara örgütler oluşturulabilir mi? Bu tür ya da benzeri adımlar planlanmazsa hep izleyici olarak kalmaz mıyız sonunda?


Biz izlerken olanı biteni, eski anlaşmalara yenileri ekleniyor bir yandan da. Önceki anlaşmaların limit yahut “kapasitesi” doldu, sekiz yıl önce yapılan ilk “insani yardım ve kalkınma yardımı”nın altı milyar avrosu yendi bitti... Almanya’yla yeni bir göç anlaşması yapılıyor, yeni “kontenjanlar” belirleniyor şimdilerde (Sadece Almanya’yla değil, bütün olarak Avrupa Birliği’yle yeni anlaşmanın yolda olduğu söyleniyor). Bu yeni sağlanan anlaşmaya göre, Almanya her ay 500 mülteciyi sınır dışı edip Türkiye’ye gönderecek, yani doğu ve güney sınırlarından kaçak ya da sınır kapılarından “legal” girişler durmayacağı gibi, Batıdan geri gönderimler de başlıyor artık! Bir başka deyişle Türkiye, küresel göç haritalarındaki iki işlevi yahut vazifesine, yani Avrupa’ya doğru kaçışların “geçiş ülkesi ve sıçrama tahtası” ile “fren ve tampon bölgesi” olma görevlerine, bir üçüncüsünü eklemekte: “geri gönderme merkezi.” (Türkiye’yle sınırlı değil bu elbette, benzer bir anlaşma İtalya ile Arnavutluk arasında imzalandı, iltica başvurusu yapmak isteyenler, İtalya’dan Arnavutluk’taki kamplara geri gönderilmekte.) 


Bir yandan bu gerçekliği kabul edip bir yandan da “Ne yapalım, bizim mücadele ve örgütlenme alanımız öncelikle Türkiyeli emekçiler” denebilir, çoğunlukla da öyledir. Ama… sınıfı bölerek yönetebilenlere karşı mümkün olduğunca bütünleşme ve dayanışmayı, ortak mücadele ve ortak duyguları, enternasyonalizmi, en kırılgan olanın korunması gibi gerçekleri de öne çıkarmayacak mıyız? 


En güçsüzden, en zayıftan, en garibandan, en çok ezilenden, Jack London’ın deyişiyle “uçurum halkı”ndan başlamıyor mu bu solculuk… onun hakkını aramaktan, onun için de mücadele etmekten, onu da mücadeleye katmaya çalışmaktan…


Öyle. Ve zaten bu duyarlılık ve bilinçle, son sekiz yıllık sürecin çoğu kesitinde, (stratejik bir yaklaşım pek geliştirmese de) bir bütün olarak “sağlam durdu” sosyalist hareketimiz, kat kat ezilenden yana durdu. Fakat şimdilerde, hem somut bir şey yapamamanın hem de yükselen millî dalganın etkisiyle, zaten ulusalcı eğilimleri olanlar başta olmak üzere, bir yandan hükümetin/iktidarın yanlış politikaları hedef alınır ve Batı eleştirilirken, diğer yandan “Tamam, büyük bir sorun var ama ‘göçmen romantizmi’ne de kapılmamak lazım” gibi şeyler söylenmeye başladı.


Milliyetçilik bir kez egemenliğini ilan etti mi, tabanı ya da hitap alanı genişledi mi… o tabana da seslenebilme basıncını sürekli hisseden, sol söylemlerin genel alıcı kitlesi içinde Kemalistler belli bir yer kapladığı ve bu kesim genel milliyetçi söylemlerin de bir parçası olduğu için, onları da kapsama derdinde adımlar atmak zorunda kalan sola da sirayet etmeye başlıyor zaaflar yani. “Bakın, biz boşluk bıraktık, Zafer Partisi doldurdu/dolduruyor, görmüyor musunuz?” anlayışı ve hatta telaşı da cabası. Söz konusu genişleyen tabana hitap etme kaygısı, “tren kaçıyor mu acaba?” hissiyatıyla birlikte, örgütlenmede kolaya kaçma anlayışını da beraberinde getiriyor. Ulusal hassasiyetleri göz önünde bulundururken, “Tamam, ZP gibi ‘göçmen düşmanlığı’ yapamayız ama hitap alanımızı yok sayıp ‘göçmen romantizmi’ de yapamayız” orta yolculuğu ya da dengeciliği ortaya çıkmaya başlıyor. 


Hâlbuki Zafer Partisi’nin varlık nedeni ve siyaseti bu. Dante’nin Cehennem’inden söz ettik, ucuz göçmen emeğinin bu kat kat cehennemin en alt katında olduğunu söyledik; işte göçmenlere/mültecilere –“defolun gidin” dışında– kelimenin tam anlamıyla “cehennemin dibine kadar yolunuz var” diyen siyaset bu.


Irkçılıkta ne gibi bir “yeni”lik olabilirse artık, “yeni sağ” olarak adlandırılan Batıdaki tüm partilerin temel dinamiği hâline gelen göçmen/mülteci karşıtlığını esas alarak ortaya çıktılar ve hemen hemen sadece bununla var olup siyaset üretebiliyorlar. Avusturya’daki seçimlerde daha yeni birinci parti konumuna yükselen, Macaristan’da iktidarda olan, Polonya’da tırmanan, Hollanda ve tüm İskandinavya’yı sallayan, Almanya, İtalya ve Fransa’da büyük yükseliş hâlindeki yeni sağın Türkiye temsilcisi, “kilit rol” oynama derdinde ve istikrarlı bir yükselişte.


Onun giderek genişleyen kitlesine hitap edebilmek için, bir anlamda “light ZP” olup ulusalcı hassasiyetleri gözetmek ve “göçmen romantizmi” yapmamak, izlenebilecek en yanlış strateji herhalde. 


Aslında mesele şu biraz da: Kim bize daha yakın duruyor, hangi taban bize bakıyor ya da bakabilir, kim seslenince yanıt veriyor ya da verebilir, hangi tabandan yeni üye devşirebiliriz soruları olmadan hareket edilemiyor. Böyle bakınca, direkt göçmen emeğinin hiçbir şansı yok, onlar en fazla kendi aralarında kapalı cemaatler oluşturarak, kendi kültürlerini yaşatarak, yalıtık köşelerinde var olabiliyorlar. Kapanıp korunma üzerine kurulu “kaçak” bir hayatı nasıl örgütleyeceksiniz ki? Huyuna suyuna giderek kolay yoldan örgütlenebilecek taban ise tam onun karşısında konumlanıyor. Peki birilerinin huyuna suyuna giderek konforlu yoldan mı örgütlenmeye çalışacağız; dikkatle çizilmiş doğru stratejik yaklaşımlarla, geri döndürülemez gerçekleri kabul edip, ilkelerde ısrar edip birilerini dönüştürerek zorlu yoldan mı?


İç sesiniz şöyle şeyler mi söylüyor yoksa: “Hep mi zorluklarla boğuşacağız be kardeşim, hiç mi önümüzü açan, işimizi kolaylaştıran bir ‘mesele’ çıkmaz bu ülkede karşımıza! Kürt meselesi yüzünden yıllarca kilitlendik kaldık zaten. Şimdi de şu göçmenlere/mültecilere bakın hele: Kendileri pek örgütlenemediği gibi, örgütlenmesi hedeflenen kesimler nezdinde de zorluklar çıkarıyorlar anca!”


Gerçeklik ve solun ezilenden yana tavrı değişmeyeceğine göre, iç sesinizi değiştirin en iyisi! Yukarıda özetlenen türden stratejik yaklaşımlar geliştirilmeden, milliyetçi duyarlılıklar baz alınarak örgütlenmeye dalınırsa bu türden sesler türüyor işte. Kriz koşullarında yoksulluk büyürken, tepkilerin sisteme değil, yanlış yere, göçmenlere/mültecilere yönlendirilmesine de ister istemez katkıda bulunuluyor. Milliyetçilik yükseldikçe, göçmenlerin üzerlerinde hissettikleri baskı artarken, daha fazla siniyorlar; ses çıkarma, hak arama ihtimalleri de iyice azalıyor. Bu durum da yine sermayeye yarıyor. 


Ucuza, güvencesiz, örgütlenme ve eyleme geçme ihtimali olmadan, her şeyden korkarak/sinerek var olan bir emeği, ucuzluktan, güvencesizlikten, sinmişlikten kurtaramazsak, bir şekilde örgütlenmeye katamazsak ve zamanla bizimle birlikte eyleme geçebileceği cesaretini veremezsek, özetle belli stratejiler içinde onu böylesi bir dönüşümden geçiremezsek, bu kez sermaye tam tersini bize yapıp, bizi de ucuza, güvencesizliğe, örgütsüzlüğe ve eylemsizliğe mahkûm edecek bir dönüşüme imza atıyor. Yapmakta olduğu da bu değil mi zaten?


Özeti şu: (Öznel olarak) sen karşındakini dönüştüremezsen, (nesnel olarak) sen ona doğru dönüştürülürsün! Sermayenin dikensiz gül bahçesi arayışında Dubaileşme kaçınılmaz hâle gelir böylece.  


Bitirelim mi artık? Farklı sözcüklerle de olsa sosyalizmin tek gerçek ve nihai çözüm olduğunu vurgulamadan bitirilebilir mi bu yazı? Bitirilemez, çünkü –Cehennemde kat çıkmayı kurtuluş olarak görmüyorsanız– gerçekten çözüm orada: 


Dante’nin Cehennem’ini onca andık, katlarından bahsettik, en dibe mahkûm edilenleri anlatmaya çalıştık ve birlikte kurtuluş imkânlarını sorguladık… Buradan tek çıkış, en diptekileri de işin içine katacak stratejik bir kavrayışla, direniş, eylem ve isyanlarla Cehennem’in ortadan kaldırılmasında ve maalesef hâlen çok uzağında olduğumuz “yeryüzü cenneti”nin inşasında…


 

(*) Evet, “gelen göçmen” gibi bir de “giden göçmen” meselesi var memleketin. “Öteki göç” de denebilir. Yazının ana meselesiyle çok ilgili olmadığı ve başlı başına başka bir yazı konusu olabileceği için onu böyle bir dipnotta kısaca ele almak istedik. 


“Örgütlenme ekseni”nden bakıldığında, bu göç de önemli bir “engel” solun önünde. Gençlik çağında öncelikle örgütlenmesi gereken, kadro olarak yetiştirilebilecek eğitimli ve birikimli bir kesim kaçıp gidiyor ülkeden gözlerimizin önünde!


Yani, göç dendiğinde, “beyin göçü” ya da “neredeyse sermaye denli rahat hareket edebilen kalifiye emek ve onun göçü” de büyüyen somut bir sorun olarak dikiliyor önümüzde. Üniversite eğitimi sonrasında “akademik fırsatlar” ya da “iş fırsatları” gereği göçüp gidenler ve –Türkiye’de beyaz yakalı olmanın artık yeterince gelir sağlayamaması, çalışarak konut sahibi olmanın imkânsızlaşması, liyakatın sıfırlanması, gelecek kaygısı, yolsuzluğun-haksızlığın sıradanlaşması, “neden böyle bir ülkede, böyle bir devlete vergi vereyim ki?” türünden soruların çoğalması gibi birçok nedenle– bunların nüfusunun her geçen yıl artması bir yana, şimdi, yirmili, otuzlu, kırklı yaşlardan da önce daha 17-18 yaşlarında –temel bilimler ve matematikte bilim insanı adayı, doktor adayı, mühendis adayı vb.– iyi liselerden yeni mezun gençler ayrı bir kategori olarak göçüp gitmekte. Bu sene İstanbul Erkek Lisesi gibi tepedeki liselerden mezun olanların yüzde 90 küsürünün yüksek öğretim için Avrupa, Amerika ve Kanada’daki üniversiteleri tercih etmeye başladığı vb. çok yazıldı çizildi ve kabul edilmesi gereken bir başka “gerçek” hâline geldi artık. 


Eskiden “Çocuk iyi yetişsin, okullarını bitirsin, Anadolu’ya bilimin aydınlığını götürecek idealist bir öğretmen, doktor, hukukçu vb. olsun” diye Yakup Kadrice bakılabiliyordu eğitime ve hayata. Şimdilerde “...başlarım Anadolu irfanına, gitsin Avrupa’ya, Amerika’ya, Kanada’ya, kurtarsın kendini, sürünmesin buralarda…” çok daha yaygın bir bakış açısı hâline geldi ve ciddi bir sorunu ülkenin. 


Çözümü, ülkenin 22 yılı aşkın AKP iktidarında yaşadıklarını tersine çevirecek büyük bir toplumsal dönüşümde elbette. Umutların yeniden yeşereceği, “bireysel kurtuluş planları”nın yerini toplumsal kurtuluş mücadelesinin alacağı günlerde…

bottom of page