top of page
Ahmet Gire

Yasanın rengi: Sınıf mücadelesi

Türkiye’de bugün kamuoyunda yoğun olarak tartışılan ve tartıştırılmaya çalışılan iki konu var. Bunlardan birisi, toplumsal çürümeyle anılan, bürokrasideki yozlaşmadan mahallelerdeki çeteleşmeye kadar örümcek ağı gibi insanları saran, toplumun kendi içine çökmesi sorunudur. Sermayenin mal güvenliği, o serveti var eden sömürülenlerden daha iyi durumdadır. Kamusal otoritenin topluma dair verdiği yegâne hizmet; sermayenin korunması, büyüme ve birikme koşullarının sürekliliğinin sağlanmasıdır. Ancak mülksüz bir canın güvenliğinden pek söz edilemez. Kızılay eski başkanının kızından tutun, birçok ünlü ve zengin kişinin karıştıkları ve insan ölümleriyle sonuçlanmış olayların hiçbirinde bu önemli şahsiyetlerin ceza aldığı görülmez. Bugün iki insan grubunun geçmişteki ve gelecekteki suçları için af çıkarılmıştır: Siyasal iktidarın çıkarları için yapılan icraatların faillerinin ve cezasızlığı satın alabilecek nüfuza ve paraya sahip kişilerin. Bu iki makbul vatandaş kategorisi için Türkiye tam bir özgürlükler ülkesidir. Bir insanın ölümüne neden olduktan sonra elini kolunu sallayarak yürüyüp gitmek, bu kesimler için büyük bir “özgürlük”tür.


Toplumsal çürümenin bir yüzü de bu türden bir özgürlükler ülkesi olma hâlidir. Ancak bu toplumsal çürümenin bir tarifini yapmak gerekir. Bu kavramdan ne anlıyoruz? Nasıl oldu da çürüdü toplum? Ne zaman çürük değildi? Bu soruların yanıtını nerede aramalıyız? Bugün iktidarın dönüp dolaşıp tartışmaya açtığı anayasanın da bu toplumsal çürümeyle bir ilgisi var mı? Tabiatım gereği şu soruyu da sormak zorundayım: Toplumsal çürüme diye bahsettiğimiz şey sınıfsal güç ilişkilerinin bugünkü asimetrisinin üstyapısal formundan başka bir şey olmasın? Bu soruyu sormadan başımıza gelen bütün musibetleri eğitimsizlik, vicdansızlık ya da liyakatsizliğe bağlamak içimizi mi rahatlatacak?


Toplumun bugün bir felaket senaryosu gibi, istisna gibi aktarılan bu çürümesini ne engelleyebilirdi ki? Yasalar derseniz, bugünkü anayasa tartışmalarına baktığımızda görüyoruz ki ilk dört maddesinden Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı adayı olmasına kadar birçok konu televizyonlardaki çok bilmiş beyefendiler tarafından tartışıldı. Ancak konuyu tartışanların hepsi alttan alta bugün Türkiye’de egemenleri sınırlayabilecek herhangi bir gücün olmadığını bildikleri için boş lakırdı ettiklerinin farkında.


Yasalar adaleti sağlamaya yeter mi?

Egemenin sınırlanması meselesi sadece Türkiye’ye özgü bir mesele de değil elbet. Bu konuda yürütülen tartışmaların bir ayağı, hukuk devleti kavramına bağlanmıştı. Hans Kelsen gibi pozitif hukukçular, hukukun en başta var olan esas normdan türeyen bir normlar ağı olduğunu düşündükleri için, devletin depolarında tuttuğu silahların rastgele biçimde halka doğrultulmayacağını anayasayla garanti altına alabileceklerine inandılar. Ancak Carl Schmitt’le girdikleri tartışmalarda darmadağın olmalarının nedeni, yasaların yazılmasının, onların uygulanması anlamına gelmemesi; hatta yasaların hayatta kalmasının, kimi zaman ancak onların askıya alınmasıyla mümkün olmasıdır.


Yasa, kâğıt üstünde var olduğu için uygulanmaz. Bugün Türkiye’de yeteri kadar maddi varlığı olan bir kişinin, siyasal iktidarla doğrudan bir gerilim içinde değilse, herhangi bir yasal sınıra takılmayacağını çok genç arkadaşlarımız dahi bilir; bütün toplumun deneyimleyerek öğrendiği pratik bir bilgidir bu. Banka hesapları arasındaki transferlerin açamayacağı kapı, satın alamayacağı cübbe ya da dolduramayacağı cüzdan yoktur. Kamuoyunda devletin hapishanesinden, başka birinin cenazesinden faydalanılarak devlet görevlilerince kaçırıldığından şüphelenilen Cem Garipoğlu’nun kimliğinin, DNA testiyle yine kimi devlet görevlilerince doğru bir şekilde tespit edildiğine kim inanır? İsrail’le ticaretin askıya alındığını söyleyen devletin limanlarda devam eden ticareti protesto edenlere saldırdığını gören gözler neye itimat eder? Bugün devletin ayrıcalığı, toplumu örümcek ağı gibi sarması, büyük finansal kaynaklara el koyması ve en güçlü şiddet kapasitesine sahip olmasıdır. Devlet; tanıdığı yasal, etik veya ahlaki bir sınırdan dolayı meşruiyet elde etmez; bastırabildiği, öldürebildiği ve susturabildiği için devlettir.


Sınır tanımayan devletin yarattığı toplum

Devletin bu hâle gelmesinin toplumsal nedenlerini görmek gerekir. Hani Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumiare’i içinde diyor ya, “devlet iktidarı havada asılı durmaz” diye, bugün devletin sınır tanımazlığının da toplumsal izdüşümleri olmalıdır. Devletin bu sınır tanımazlığı havada asılı durmaz. Peki nerede durur? Maddi yaşamın yeniden üretimini nasıl gerçekleştiriyorsak, o üretimin yarattığı ilişkilerin üzerinde yükselir. Bugün bu çürümüşlük ya da sürekli askıya alınan anayasa, dağıldığı iddia edilen bürokrasi, hukuk, kurum vs. hepsi, toplumu kesen güç ilişkileri üzerine bina edilir. Bugün, bu toplumsal ilişkilere değinmeden, yaşadıklarımızı bir eğitim ya da insanların vicdansızlığı sorununa indirgeyemeyiz.


Neoliberalizm, sermayenin maddi ve kültürel egemenliğinin yanında yeni bir etik de inşa etti. Marx ve Engels’in yıllar önce işaret ettiği gibi burjuvazi, “kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur” tespiti bugün daha da öteye uzanmıştır. Bütün topluma makul ve makbul vatandaş olmanın yegâne yolunun “girişimci”, yani patron özentisi olmak olduğu dayatılmaktadır.


Foucault’nun sermaye ve işçiler arasındaki tahakküm ilişkilerine değinmeden ortaya attığı “homo economicus”, bütün hayatını çıkar riskine göre hesaplayan insandır. Bugün yasaların yapıcıları ve uygulayıcıları ile dolaysız ilişki kuran patronlar, kendi “girişimci” ruhlarını beslemek için ellerinin altındaki aygıtın kendilerine yarattığı riski azalttıkça azalttılar. Bahsettiğimiz bütün çürüme, işte sermayenin ideolojik hegemonyasının tesis ettiği yeni oyun alanındaki hamlelerin sonuçlarıdır. Bugün kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerin istisnai sonuçlarını yaşamıyoruz, çünkü bu eşitsizlik, kuralın ta kendisi! Batı emperyalizmi refah devleti dönemi sonrasında dahi sömürdüğü ülkelerden elde ettiklerini kimi yollarla işçi sınıfına aktarmaktadır. Sosyal devletin kimi kalıntılarını bazı Batı ülkelerinde görmek hâlâ mümkün. Türkiye’deki işçiler ise bu dağıtılan artığın çıkartıldığı madenlerde ölmekte, ucuz iş gücü olarak Batı ülkelerinin refahına kan ve ter aktarmaktadırlar ve toplumsal ilişkiler bu kan, ter ve gözyaşını sürekli kılmaktadır.


Kötücül bir egemen mi baştadır yoksa onu başa getiren koşullar mı kötücüldür?

Neoliberalizmin ortalama insanını, sınıfsal güç ilişkilerine değinmeden, homo economicus kavramıyla ya da 1979’daki derslerinde yeni rasyonaliteyle açıklayan Foucault, 1976’daki derslerinde, “hukuk, barış, yasalar çarpışmalardaki kan ve çamurdan doğdu” der. Walter Benjamin, savaş meydanlarındaki hukuk kurucu şiddetin sürekli zayıfladığından dem vurur. Ona göre, savaşın bir sonraki dönemin hukukunu kurması gibi, bu hukukun korunması için gündelik yaşamda da hukuk koruyucu şiddete ihtiyaç duyulur. Bu şiddet, maddi üretim ilişkilerindeki eşitsizlik üzerinden sağılmış artığın yarattığı kapasiteden başka bir şey değildir. Savaş meydanlarında kandan ve çamurdan başka bir şey de doğar; bu da bu artığın bir kısmından beslenen ve bu artığın sağılmasının koşullarını garanti altına alan “egemen”dir. Carl Schmitt ya da Giorgio Agamben, güç erkini maddi yaşamın yeniden üretiminden soyutlayıp “egemen” diye ilahileştirse de aslında egemen olan, dünya çapındaki üretim ve tedarik zincirlerinin durmaksızın genişleyen ve hızı artan çevriminin yarattığı şiddet kapasitesidir. Schmitt’in egemeni “olağanüstü hâle karar verendir” de bu kararı gündelik hayata dayatacak güç nereden gelir? Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirindeki gibi, sokağa salınan askerlerin silahlarını kim üretti, postallarını kim taşıdı? Hakeza Agamben’in de egemeni, insanları çıplak yaşama indirgeyebilecek gücü nereden devşirdi? Yani egemen, yönetme arzusuyla yanıp tutuşurken gücün zehirlediği bir kural koyucu değil, sömürü ilişkilerinin ortaya çıkarttığı eşitsizliklerin egemenler lehine korunması ihtiyacının bir sonucudur.


Dünyanın en büyük finansal devi olan ABD’nin, kürenin en büyük ordusuna sahip olması da tesadüf değildir. Bugün çatırdayan bu hegemonya, mevcut hukuk sistemini de şekillendiren şiddetin sebebidir. Nitekim ABD, bir hukuk düzeni yarattığı an kendini o hukukun dışına çıkarmıştır, kendini kurucusu olduğu hukukla bile sınırlamamıştır. Bunu da dünyada sermayenin üretimi, dolaşımı ve tüketimindeki merkezi konumundan aldığı güçle yapabilmiştir.


Yasal düzenin sınırları

Bugün Türkiye’deki yasal düzlemin yok olması, sermayeye sınırsız bir hareket imkânı sağlıyor. İşçilerin ya da toprağın öldürülmesinin sermayeye hiçbir zararı yok. Böyle bir özgürlük, ancak kısmi yasasızlıktan doğar. Sermaye için, “serbest girişimin” önüne geçebilecek, yani işçinin canını ya da yurt toprağını sermayenin çıkarına feda etmeyecek her yasa, yok hükmünde olmalıdır. Türkiye’nin bir suç cenneti olmasıyla ya da hastanede para için bebeklerin öldürülmesiyle insanların ölümüne çalıştırılabilmesi arasında bir rabıta var. Yurt toprağında görülen felaketlerin –zaman zaman komşu ülkelerin topraklarına da sıçrattığımız– topraklarımızdaki yaşamı yok etmesiyle devlet okullarındaki pis tuvalet ve aç çocuklar arasında bir ilişki var. Yasaların sermayenin kibrinin önüne geçebilmesi için toplumsal güçlerce korunmaları gerekir. Sermaye çıkarıyla tastamam bütünleşmiş olan devlet için kimi yasalar, geçmişin prangalarından başka bir şey değildir.


Bugün yapılan anayasa tartışmalarının, kendisine sadece “yüksek” siyaset gündeminde yer bulmasının nedeni, kapitalizmin dayandığı, sermaye için kurulmuş yasasızlık rejimidir. Liberaller, hukuk devleti tartışmalarında hep devletin hukukla nasıl sınırlandırılacağını sordu. Biz de şunu soralım: Kapitalist üretim tarzında sermaye –hukukla ya da başka bir mekanizmayla- nasıl kısıtlanabilir?


Georg Lukács, Ekim Devrimi öncesi yeraltına çekilen Lenin’in kaldığı bir işçi evinde, yemek sofrasında ekmeği öven işçinin, “Onlar artık bize kötü ekmek vermeye bile cesaret edemiyorlar” demesinden çok etkilendiğini aktarır. Devrimle birlikte ekmek biz işçilerin olacaktır; ekmek verilmeyecek, bölüşülecektir ancak devrime daha aylar vardır. İnsanlar devrime giden sürecin içinde olduklarının farkında olmasalar bile güçlerinin pekala bilincindedirler. Her sorunun çözümünü devrime havale etmiyoruz, ancak sermayenin kibrini kırmadan bugün işçilerin yaşamında en ufak bir iyileşmenin olmayacağını da biliyoruz. Devrime giden yol, düşmanın bizlere kötü ekmek vermeye cesaret edememesiyle açılmıştı.


İşçinin kudretli durumu, düşmanın gündelik yaşamdaki pervasızlığını ve kibrini alaşağı etmeye yetmiş, ekmeği güzelleştirmiştir. Bu, liberalizmin özgürlük ve sınır arasında kurduğu sömürü ilişkisini gizleyen özgürlük anlayışından farklıdır çünkü liberal özgürlük anlayışı, evrensel ve tarih üstü bir insan kurgusu üzerine kuruludur. İnsanların maddi yaşamlarının hangi toplumsal ilişkiler içinde yeniden üretildiğine tamamen kayıtsızdır. Tam da bu kayıtsızlık, eşitsizliği bir eşitlikmiş gibi gösterir. Kapitalizmi bir doğa yasası gibi görüp, oradaki sömürü mekanizmasını sözde kaçınılmaz olarak içeren özgürlüğün yerine, birinin birini sömürmesinin yasaklanmasının doğurduğu özgürlüğü getirmek niyetindeyiz.


Sovyet Devrimi’nin işçilerin yaşamını nasıl güzelleştirdiğini ilerleyen yazılarımızda uzun uzadıya tartışacağız ancak kısa bir zaman önce Van kayyumuna karşı Kürt halkının direnişinin yasayı, hukuku nasıl belirlediğini gördük. Kürt halkı bugün yine direniyor, işçi sınıfının birçok üyesi de bugün direniyor. Ancak inşaat yemekhanelerinde verilen böcekli yemekleri, öğrenci yurtlarında yüzlerce talebenin sıkıştırıldığı yurt odalarını, katledilen doğayı görüyoruz. Bize bunları yapmaya cesaret edemeyecekleri günleri örgütlüyoruz.

bottom of page