top of page
Seren Çankaya & Hilal Temel

Narin’in faili: Siyasal İslam ve “kutsal aile”

Sekiz yaşındaki Narin’in ölümü, 19 gün süren aranma süreci, ardından aile üyelerinin ciddi şüpheliler olarak öne çıkması ve sık sık değişen ifadeler, itiraflar, dedikodular, tanıklıklar, anbean, günbegün tartışılan yozlaşma, gericileşme…


Henüz sekiz yaşındaki bir çocuğun aile üyeleri tarafından öldürülmesi başlı başına insanlık dışı bir olayken, bu cinayetin çeşitli entrikalarla gölgelenir ya da siyasi bağlantılarla görünür hâle gelmesi hâlâ gündemde önemli bir yer tutmasına ve infial yaratmasına yol açıyor. Daha önce yaşanan benzer cinayetlerin aksine, bu sefer bir kesimin basın aracılığıyla konunun magazinsel boyutuna odaklanması bir yana, toplumun büyük bir kesimi siyasi ilişkileri açığa çıkarmak ve suçluların cezasızlıkla ödüllendirilmesini önlemek için kararlı bir çaba gösterdi.


Bizim asıl odaklanmak istediğimiz nokta ise bu olayın ötesinde, başka bir yerde duruyor. Bir toplumda, çocuk öldürmek gibi dehşet verici bir suç nasıl olağan hâle gelebildi? Nasıl oluyor da her seferinde en kötü ve insanlık onuruna bu derece aykırı suçların faillerinin, bir şekilde siyasi bağlantıları olduğu ortaya çıkıyor? Sekiz yaşındaki bir çocuğun cinayeti ve katili neredeyse fire vermeksizin koca bir köy tarafından nasıl saklanabiliyor?


Siyasal İslamın rolü

12 Eylül sonrası siyasal İslam, örgütlü mücadeleyi ve bu mücadeleden kaynaklanan sınıfsal isyan hâlini önlemek amacıyla güçlendirildi. Bu çabanın boyutu, topluma dayatılan kutuplaşmanın örgütleyicisi olan, insanın insana düşmanlaşmasını derinleştiren AKP iktidarıyla daha da arttı ve cemaatler bu süreçte birer araç olarak kullanılmaya devam etti. Son on yılda ise “dindar ve kindar nesil” yetiştirme aracı olarak cemaatler ve tarikatlar, her ne kadar biçim değiştirse de aynı amaca hizmet etmeye devam ettiler. Hatta 2016 yılında bir darbe girişimiyle zirveye ulaşan Gülen Cemaati-AKP çatışmasından doğan askerî ve bürokratik boşluk ise çok çeşitli cemaatler tarafından dolduruldu. Her biri deyim yerindeyse kendi borusunu öttürmeye çalıştı, çalışıyor.


Gelinen noktada, her sokakta farklı “ihsan ehli hocalar” adına açılan, içeride ne yapıldığı bilinmeyen dernekler, çocuk yurtları ve kurslar ülkenin dört bir yanını sardı. Askerî üniformayla zikir çeken üst rütbeli cemaat üyeleri, kafe-bar basıp şehadet getiren sakallı sarıklılar, onlarca çocuğun istismarı ya da kendi çocuklarını küçücük yaşta evlendirme adı altında istismar edenlerin yarattığı bir kaos ortamı hasıl oldu.


Narin’in koca bir köyün tanıklığında katli ile, yine aklın da tasavvurun da sınırlarını zorlayan bir olay gündemimize girdi. Katli diyoruz, çünkü sekiz yaşında bir çocuğu öldüren kadar cinayete ortak olan, bu ölümü bilip sesini çıkarmadan ve hatta arama çalışmalarına katılarak bu caniliği gizleyen bir kötülük var karşımızda. Bu durumu, cinayeti işlemekten daha hafif kılacak ne olabilir ki?


Ve tabii katillerin olmazsa olmaz siyasi bağlantıları…


En çok da siyasal İslamı ideolojik rehber edinen siyasi partilerin milletvekilleri, köylere kurulan silah depoları ve koca koca servetler bu işin içine karıştı. Üstelik, küçük yaşta evlilikleri meşru gören ve 90’larda din adına sayısız faili meçhul cinayetin sorumlusu olan Hizbullah’ın bugünkü temsilcileri çıkıp pişkince, "Bunlar bizim kültürümüzde yok" deme cesareti gösterebildi. Ancak basının ısrarla magazinleştirmeye çalıştığı konunun peşine halk düştü. İnsanlar o köyü siyasal İslamcıların “kardeşi” yapan bağı, küçük bir köyden çıkan silah depolarının anlamını ve Narin’in öldürülmesiyle belki de neyin gizlenmeye çalışıldığını öğrenmek istiyor. Tıpkı Nadira Kadirova ve Rabia Naz gibi kapatılmaya çalışılan dosyalarda olduğu gibi, toplumsal hafıza bu cinayetlerin peşini bırakmıyor ve onların siyasi bağlantılarının unutulmasına izin vermemek için direniyor.


Kutsal aile

Sekiz yaşındaki bir çocuğun ölümünü bilip gizlemek, bunu aileyi/sülaleyi korumak adına yapmak, en basit hâliyle ailenin çıkar ilişkilerini, feodal bağlarını ve gerici koşullanmalarını, ailenin parçası olan bir kız çocuğun canının önüne koymak olarak tanımlanabilir. Cinayetin örtbas edilmesi, ailenin ve hatta tüm köyün birbirini kolladığı bir çıkar ilişkisi ağının olağanlığını gözler önüne serdi. Hak aramanın aile içinde çiğnenip yok edildiği, bireyin adalet arayışının toplumsal itibar ve aile şerefi uğruna feda edildiği çarpık bir gerçeklikle insanı yüzleştirdi. Aile mefhumunun bin yıllardır üzerine kurulduğu gerçeklik, böyle infial yaratan bir olay henüz gerçekleşmese de hayatın içinde normalleşmiş ve olağan hâldedir.

 

Aile, bin yıllardır kamusal alandan ve üretim ilişkilerinden ayrı bir noktada ancak yine bu üretim ilişkilerinin var olması ve devam etmesi için içeride yeniden üretimin sürdüğü, izole oluşundan kaynaklı erkekliğin at koşturduğu bir alan hâline geldi. Ataerkil düzende aile, kadınların ve çocukların “korunması gereken” ya da “itaat etmesi beklenen” bireyler olarak görülmesine yol açtı. Bu durum da şiddetin normalleşmesini pekiştirdi.


Kapitalist düzen, bizim özelimizde Türkiye kapitalizmi, geçmişte işçi ihtiyacını karşılamak, ücretlerin düşürülmesini, işsizler ordusunun büyümesini sağlamak için kadınların çalışmasını destekliyor gibi görünse de, bugünün krizinde kadınları yeniden ev içindeki görünmeyen emeğin taşıyıcısı ve geleceğin işçilerini doğuran anneler rolüne itti. Aile mefhumunu her fırsatta kutsadı.


Bu bağlamda, sürekli kutsal aile vurgusu yapan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, özellikle muhafazakâr ve ataerkil politikaların uygulanmasında önemli rol oynayan devlet kurumlarından biri olarak öne çıktı. İktidarın toplumu dönüştürme çabaları, bu bakanlığın merkezî bir işlev üstlenmesiyle toplumun dinci, gerici ve ataerkil değerler ekseninde yeniden şekillendirilmesi girişimiyle yakından ilişkilendirilebilir.


Ev içi emeğin ve anneliğin kutsandığı, üç çocuk beş çocuk teşvikleri ve üniversite okumanın anlamsızlaştığını düşünen yığınla gencin olduğu bugünlerde, düzen tarafından istenen şey çok nettir: Erkekler iş yerinde sömürülsün, kadınlar evlerinde ezilsin ve sömürülsün, çocuklar ise ileride işçi olup sömürülecekleri güne kadar hayatta kalabiliyorsa kalsın!


Narin’in ölümüne dair Erdoğan’ın açıklamaları, durumu yeterince net bir şekilde ortaya koyuyor: “Aile kurumuna dokunulmasın” çıkışıyla Narin’in ölümünün arkasındaki nedenleri itiraf eden bir konuşma yaparken, olayın “adli” bir mesele olduğunu “siyasetin bulaştırılmaması gerektiğini” de söyleyerek, kimlerin korunduğunu tahmin etmeyi de kolaylaştırıyor.


Narin’in ölümünde gösterilen tepkiler çok açık gösterir ki yığınların bu düzene ve yalanlarına itirazı var! Tüm işçilerin sömürüsünün son bulduğu, kadınların, çocukların ve gençlerin yaşamlarını özgürce sürdürebildikleri; kadınlıklarını, çocukluklarını ve gençliklerini yaşayabildikleri günlere ulaşana kadar mücadeleye devam edecekleri gerçeği, kendisini bir umut olarak gösteriyor.

bottom of page