Maria Suphi, Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) kurucu önderi Mustafa Suphi'nin eşi olarak anılsa da onun devrimci yaşamı ve mücadeleci kimliği, bu tanımın çok ötesine geçiyor. O, Ekim Devrimi'nin ateşiyle yoğrulmuş, kendini sosyalist ideallere adamış bir kadındı.
Onun yaşamı, devrimci hareketlerin çalkantılı tarihine kadın bakış açısıyla dahil olmanın, zulme karşı direnişin ve devrimci mücadelenin içindeki bir kadının cesur duruşunun güçlü bir simgesidir. Maria Suphi, erkek egemen bir dünyada yalnızca bir yoldaş ya da eş olarak değil, aynı zamanda kendi devrimci kimliğiyle var olmayı başarmıştı.
Rusya’dan Anadolu’ya
Maria, Rusya’nın sert siyasi ve sosyal koşullarında dünyaya geldi. Genç yaşta devrimci fikirlerle tanışması, onun yaşamının seyrini belirleyen en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Bolşevik Devrimi’nin getirdiği coşku ve umut, Maria’nın devrimci ideallere olan bağlılığını pekiştirdi. Sosyalizm düşüncesi, kapitalizmin ve feodal düzenin baskılarına karşı direnen emekçilerin kurtuluş reçetesiydi. Maria, bu fikirlere derin bir inanç beslemeye başladı ve kısa sürede devrimci hareketin içinde aktif bir figür hâline geldi.
1917 Ekim Devrimi’nin yarattığı büyük dönüşüm dalgası, Maria’yı daha da radikalleştirdi. Rusya’da gelişen devrimci hareketin içinde yer alarak, sınıf mücadelesinin en ön saflarında yer almaya başladı. Devrimin ateşli bir savunucusu olan Maria, bir yandan kendi halkının özgürlüğü için savaşırken, bir yandan da işçi sınıfının uluslararası kurtuluş mücadelesine omuz verdi. Mustafa Suphi ile tanışması ise onun devrimci yolculuğunun yeni bir boyut kazanmasına yol açtı. İki devrimci ruh, ortak idealler etrafında birleşti. Bu birliktelik, sadece kişisel bir ilişki değil, aynı zamanda devrimci bir ittifaktı.
Mustafa Suphi ile ilk karşılaşmalarında, Maria’nın sosyalist ideallere olan sınır tanımaz bağlılığı, Kenan Karabağ’ın kitabında* geçen bir diyalogda açıkça kendini gösteriyor. Suphi’nin, “Yani bizim Anadolu’ya da gelir misin?” sorusuna Maria, şu yanıtı vermişti:
“Niye gelmeyeyim ki! Ben bir Komsomolka’yım. Sınıflar ve sınırlar kalkıncaya kadar bu yolda yürümeye kararlıyım. Bize çocukken hep Osmanlı’nın düşman olduğunu öğrettiler ama artık halkların birbirine düşman olmadıklarını biliyorum. Bizim düşmanlarımız emperyalistler ve burjuvalardır. Onlara hiçbir yerde rahat yüzü göstermeyeceğiz. Halk düşmanları ile savaşan herkesle dost olmaya hazırım.”
Maria ve Mustafa Suphi’nin ilişkisi, devrimci bir yoldaşlığı içererek birlikte mücadele etmenin, birlikte direnmenin ve birlikte var olmanın sembolü oldu. Suphi, TKP’nin kuruluşuna öncülük ederek Anadolu’daki işçi ve köylü hareketlerini sosyalist devrim hedefi doğrultusunda birleştirmeyi amaçlıyordu. Bu çaba, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesiyle birleşerek, anti-emperyalist ve sınıf mücadelesi ekseninde şekillenen bir devrimci strateji oluşturuyordu.
Anadolu’da bir kadın devrimci
Maria Suphi, bu mücadelede Mustafa Suphi’nin yanında durmaktan hiç çekinmedi. Türkiye’ye gelişleri, sosyalist mücadeleyi Anadolu halklarıyla buluşturma amacı taşıyordu. Ancak Anadolu’daki siyasal koşullar, onların düşündüğü kadar umut verici değildi. Ankara hükümetinin sosyalistlere karşı baskısına ve sosyalist güçlerin bir önderlikten yoksun, dağınık durumuna empeyalist güçlerin kuşatması da eklenince bu süreç zorlaşıyordu.
TKP, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasında işçi sınıfını bağımsız bir güç olarak örgütlemeye ve devrimci bilinç kazandırmaya çalışıyordu. Ancak bu çaba, sadece emperyalist güçlere değil, aynı zamanda yeni kurulan Kemalist iktidara ve genç Türk burjuvazisine de meydan okumak anlamına geliyordu. Maria Suphi, bu süreçte aktif bir devrimci rol üstlenerek TKP’nin faaliyetlerine katıldı, toplantılarda yer aldı ve propaganda çalışmaları yaptı. Devrimci bir kadın olarak karşılaştığı tüm zorluklara rağmen, mücadeleden vazgeçmedi. Kadınların toplumsal mücadeledeki yerini savundu, işçi kadınlarla dayanışma içinde oldu ve devrimci hareketin kadınların da mücadelesi olduğunu gösterdi.
1921 yılında, Mustafa Suphi ve beraberindeki 14 yoldaşı ile birlikte Anadolu’dan ayrılmak zorunda kaldılar. Bu yolculuk, onları Karadeniz’e, yani trajik sonlarına götürdü. Mustafa Suphi ve yoldaşları, Karadeniz’de katledildiler. Maria ise bu katliamın tanığı oldu, esir alındı ve yaklaşık iki yıl boyunca ağır işkencelere maruz kaldı. Kemalist iktidarla işbirliği içinde olan ve devletin koruması altında hareket eden Yahya Kâhya’nın liderliğindeki çetenin vahşi saldırıları Anadolu’da yaşayan azınlıklara olduğu gibi kadınlara yönelik şiddetin de sınır tanımaz boyutlara ulaştığının acı bir göstergesiydi. Bu çete, kontrolsüz bir güçle devrimcilere ve Maria’nın kişiliğinde simgelenen devrimci cesarete karşı, sistematik bir düşmanlık besliyordu. Kadınları sindirmek ve devrimci mücadeleyi hedef almak adına girişilen bu saldırılar yalnızca fiziksel şiddetin değil, aynı zamanda kadınların toplumsal rolüne ve direnişine karşı duyulan derin bir öfkenin ifadesiydi. Maria’ya yönelik bu acımasız yaklaşım, ona sosyalist kimliğinden dolayı duyulan düşmanlığın yanı sıra kadın olmasından dolayı katmerli bir zulme dönüşmüştü.
Çetelerle hükümet el ele
Yahya Kâhya sadece bir çete lideri değil, aynı zamanda iktidar adına başka suçlar da işlemiş bir suçluydu. Suphiler Anadolu’dayken, Kazım Karabekir’in Suphileri hedef göstermesi ve Onbeşlerin katledilmesinden sonra olayın açıklığa kavuşturulmasını isteyen kişilerin de öldürülmesi, katliamın iktidarla ilişkili olduğunu düşündüren en önemli göstergelerdir. Yahya Kâhya’nın Topal Osman ile bağlantısı da dikkate değerdir; her iki figür de Osmanlı İmparatorluğu’nun gizli istihbarat ve operasyon birimi olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyeleriydi ve Karadeniz bölgesindeki azınlıklara yönelik saldırılarda işbirliği yapmışlardı. Özellikle Rum ve Ermeni azınlığa karşı yürütülen şiddet eylemlerinde birlikte hareket ettikleri bilinmekte. Yahya Kâhya, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinde doğrudan rol oynarken, Topal Osman’dan da destek almıştır.
Maria’nın esir alındığı ve öldürüldüğü süreç, komünist harekete karşı düşmanlığın bir göstergesiydi. O, tüm baskılara ve işkencelere rağmen devrimci kimliğinden ödün vermedi, mücadeleyi bırakmadı. Maria Suphi’nin ölümü, sadece bir komünistin kaybı değil, aynı zamanda sosyalist devrime duyulan öfkenin ve korkunun bir dışavurumudur.
Maria Suphi'nin mirası: Devrimci kadının direnişi
Maria Suphi’nin kararlılığı, yalnızca kendi döneminin değil, her çağın devrimcilerine ilham veren bir direniş mirasıdır. Maria, devrimci bir kadın olarak, sosyalizmin özgürlükçü idealleri uğruna savaşırken kadınların tarihsel mücadelelerine yeni bir anlam kazandırmış ve onların sesini daha gür bir şekilde duyurmuştur.
Maria Suphi, yalnızca Mustafa Suphi’nin yanında yürüyen bir yoldaş değil, aynı zamanda kendi devrimci kimliğiyle karanlığa meydan okuyan bir direnişçiydi. O, kapitalist ve feodal düzene karşı savaşırken, kadınların mücadeledeki yerini hatırlatıyor ve kadınların özgürleşmesinin sınıfsız bir toplum mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu gösteriyordu. Onun mücadelesi sadece bir kadının değil, bütün ezilenlerin, işçilerin, emekçilerin ve özgürlük arayışında olanların mücadelesiydi.
Onun hayatı, toplumsal kurtuluşun kadınsız düşünülemeyeceğini ve kadınların devrimci mücadelenin en ön saflarında yer aldığını hatırlatıyor. Bugün her direnişte, her meydanda, her özgürlük çığlığında Maria’nın izleri ve mücadelesi yaşıyor. Bu nedenle onun mirası, yalnızca devrimci mücadele tarihinde değil, geleceğin eşitlik ve özgürlük mücadelelerinde de yaşamaya ve bunlara yön vermeye devam edecektir.
* Karabağ, Kenan. Maria Suphi: Bir Direniş Öyküsü, Tekin Yayınevi, 2023