top of page
Onur Emre Yağan

Lenin, ulusların kaderi, Kürt sorunu...

Matrix’in Ajan Smith’i gibi, özellikle Kürt sorunu tartışmalarında kendini çoğaltarak, aynısıyla tekrar eden ve sıkça gündeme gelen Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı adlı kitap, Lenin'in 1913-1922 yılları arasında ulusal sorun üzerine yazdığı bazı metinlerin bir araya getirilmesiyle 1967'de yayınlanmıştır. Kitabın en önemli bölümü ise, Şubat-Mayıs 1914 döneminde kaleme alınan “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı” başlıklı uzun makaledir.


Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı kitabının ve ulusal sorun başlığının sıkça karşımıza çıkmasının temel nedeni, Türkiye’nin ve dünyanın en önemli ulusal meselelerinden biri olan Kürt ulusal mücadelesinin ve Kürt sorununun hâlâ yaşayan bir gündem olmasıdır. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” (UKKTH) üst başlığı altında tartışılan bu konuda öne çıkan popüler başlıklar var: Lenin, meseleyi hangi politik koşullar altında ele aldı? Hangi faktörleri göz önünde bulundurarak, nasıl bir perspektif oluşturdu? UKKTH, evrensel bir ilke midir yoksa stratejik değer taşıyan, dönemin koşullarına özgü bir taktik hamle midir? Lenin’in perspektifinden Kürt sorununa nasıl yaklaşılması gerekir?


Bu başlıkları da göz önünde bulundurarak, Lenin’in ulusal sorun ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki analizlerini ve siyasal görüşlerini maddeler hâlinde özetleyip, kolay okunur ve kısa olmasını hedeflediğimiz bir ilk yazı ortaya çıkarmaya çalışalım.


Ama öncesinde, yazının bütünlüğü açısından gerekli görülebilecek bir değerlendirme yapalım:


Bana kalırsa, ulusal sorun başlığını ele alırken, Marx-Engels döneminde çok fazla boncuk aramak nafiledir. Marx ve Engels’in yaklaşımını bir özetle ortaya çıkarmak mümkün. Bu iki devrimcinin görüşleri, uluslaşma süreçlerine burjuvazinin öncülük ettiği bir evrede (ulusal sorunun birinci döneminde) filizlendi. Bu bağlamda, burjuva devrimlerinin temsil ettiği ilericiliğin karşısında olan, burjuvazinin üstünlüğünü aşacak bir önderliğe ve programa sahip olmayan, dolayısıyla tarihsel olarak daha geri bir toplumsal ve siyasal düzeni temsil eden ulusal hareketlere olumlu yaklaşmamışlardır.


Ulusal sorun başlığını teori alanında ikincil konumda bırakarak, ayrı bir kuramsal yapı oluşturmayan Marx ve Engels’in ulusal hareketlere karşı tutumları iki temel ölçüte dayanır. Birincisi, proletaryanın tarihsel devrimci çıkarları; ikincisi ise, ilkiyle bağlantılı olarak, ulusal hareketlerin kapitalist gelişmeye karşı daha geri bir çizgiyi temsil edip etmediğidir. Eğer bugün burjuva devrimler çağının kapandığını kabul edersek, Marx ve Engels’in mirasından günümüze kesintisiz biçimde ulaşan ve geçerliliği kabul edilebilir tek ölçüt; ulusal hareketlerin yalnızca ve yalnızca “işçi sınıfının gelişimine ve mücadelesine katkı sunup sunmadığı” ekseninde değerlendirilmesi olacaktır.


Lenin ise ulusal sorun konusunu, Marx ve Engels’ten daha kapsamlı biçimde ele almış, ancak onların yaklaşımlarında olduğu gibi, bu meseleyi her zaman işçi sınıfının devrimci çıkarlarını merkeze koyarak ve politik süreçlerin komünistlere yüklediği tarihsel görevleri göz önünde bulundurarak değerlendirmiştir.


Lenin'in penceresi

Lenin’in perspektifiyle bakarak, ulusal sorun ve ulusların kaderlerini tayin etme hakkı konusunu maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz:


1) Lenin’in, ulusal sorun başlığında bugün çokça tartışılan temel görüşleri, 1912 yılından itibaren şekillenmiştir. Öte yandan, kitaptaki makalelerin kaleme alındığı 1913-1922 yılları arasındaki döneme, yani hem devrim öncesi yıllara hem de devrimden hemen sonraki sürece bakıldığında, Lenin’in ulusal sorun konusundaki söylemlerinde yalnızca “vurgu” ya da “temayül” gibi ifadelerle açıklanamayacak bir yaklaşım farkı olduğu görülür.


Nasıl olmasın? Bahsedilen dokuz yıllık süreçte, başka birçok gelişme bir yana, tüm toplumsal ve politik dengeleri derinden etkileyen iki büyük olay yaşanmıştır: Birinci Paylaşım Savaşı ve Ekim Devrimi. Bu bağlamda, Lenin’in ulusal sorun üzerine değerlendirmeleri, dönemin somut koşullarını dikkate alarak değişim göstermiştir.


2) Lenin’in ulusal sorun konusundaki görüşleri, emperyalist sömürgeciliğin hüküm sürdüğü bir dönemde; buna karşın, ezilen ulusların anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı kurtuluş mücadelelerinin ivme kazandığı bir tarihsel bağlamda oluşmuştur. Yani Lenin’in “ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı” savunusu, Marx ve Engels’in yaşadığı dönemin koşullarından farklı olarak, anti-emperyalist ve anti-sömürgeci yapıda olan ulusal hareketlerin devrimcileştiği, ulusal sorunun ikinci evresi olarak nitelendirilebilecek yeni bir süreçte gelişmiştir.


Lenin bu ikinci dönemi, “kapitalizmin çöküşünün öngünü diye adlandırabileceğimiz dönem” olarak tasvir ediyor.[1]


Lenin, bu dönemde, ezilen ulusların mücadeleleri ile proletaryanın uluslararası birliği ilkesi arasında güçlü bir bağ kurulabilirse, ulusal hareketlerin sosyalizm mücadelesinin bir parçası hâline gelebileceğini öngörmüş ve yine ulusal hareketlerin, tüm dünyada devrim süreçlerini daha ileri aşamalara taşıyan bir dinamik olabileceğini savunmuştur.[2]


Lenin’in ulusların kaderlerini tayin etme hakkını savunmak noktasındaki kararlılığı, ulusal hareketlerde emperyalist sömürgeciliği sona erdirebilecek ve sosyalizm mücadelesini güçlendirecek devrimci bir potansiyel görmesinden kaynaklanıyordu.


3) Lenin’in, ulusal sorun üzerine yoğunlaştığı 1912-1916 yıllarındaki metinleri incelendiğinde, “ulusların kaderini tayin hakkı”nı açıkça “ayrılma hakkı” ile birlikte ele aldığı görülür. Ancak Lenin’e göre, bu ayrılma hakkı, özellikle “egemenlik altına alınmış, ezilen uluslara” tanınmalıdır.


Tekrar olacak, Lenin’in bu hakkı savunmasının gerekçesi, emperyalist egemenlik altında ezilen ulusların ayaklanmalarının, işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirilebileceğine ve ulusal hareketler ile sosyalizm mücadelesi arasındaki bağın net bir biçimde ortaya çıkarılabileceğine olan güçlü inancıdır. Lenin, Birinci Paylaşım Savaşı öncesindeki yıllarda ve savaş sırasında, “ayrılma hakkı”nı kararlılıkla savunur. Lenin’e göre, ulusların kaderlerini serbestçe belirlemesi esastır. İster ayrılma ister bir arada kalma olsun, her iki seçenek de yalnızca gönüllülük temelinde kabul edilebilir. Lenin’in yazılarında açıkça görülebilecek tek koşul, ulusal hareketin gerici bir sınıfın hareketi olmasıyla ilgilidir. Bu durumda Lenin, işçi sınıfının çıkarlarına köklü biçimde karşı olan bir ulusal ayaklanmayı desteklemez.[3]


Bununla birlikte, ezilen ulusların haklarını savunmanın ön koşulu olarak, “ezen ulus milliyetçiliği”ne karşı tavizsiz bir duruş sergilenmesi gerektiğini ısrarla vurgular.


4) Ne var ki, Lenin’in eserlerinde, ayrılma (ayrı devlet kurma) hakkını savunmak, ayrılmaya mutlaka onay vermek anlamına gelmez. Ayrılma hakkı, her durumda küçük devletlerin sayısının artmasını savunmak demek değildi. Fakat devletin birliği, ayrılma özgürlüğü reddedilerek, bir gönüllülük esası yaratmadan da kurulamazdı.


“Bu hakkın savunulması hiçbir biçimde küçük devletlerin kurulmasını özendirmek değildir; tersine, daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel büyük devletlerin ve devletler federasyonunun kurulmasını hazırlamaktır.”[4]


Asıl olan, ezilen ulusa, ayrılma hakkını da içerecek şekilde kaderini tayin etme özgürlüğünü tanımaktı. Lenin’e göre, halkların birlikte ve eşitlikçi bir şekilde ortak bir yaşam kurabilmesi için, “ayrılma hakkı”nın tanınması zorunluydu. Aksi takdirde, halklar arasındaki düşmanlık daha da derinleşecek ve bu durum gönüllü birliğin koşullarını ortadan kaldıracaktı.


Gelgelelim, UKKTH, her durumda ve her koşulda fiilen ayrılığı desteklemek anlamına gelmez. Bunun yerine, ulusların arasındaki ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasını ve bir ulusun diğer uluslara siyasal, kültürel ve başka alanlarda kendi fikirlerini zorla dayatmasına karşı çıkmayı savunur. Bu savunu, ulusların kendi geleceklerini özgürce belirleme hakkını ve bir ulusun, “ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılmayı talep etme hakkını” güvence altına almayı içerir.


5) Üçüncü maddede kısaca bahsettik, ezen ulus milliyetçiliğine karşı tavizsiz bir karşı çıkış, Lenin’in ulusal sorun konusunda fikirlerinin önemli bir başlığıdır.


Lenin ulusal sorun üzerine Menşevikler, Bundcular, Avusturya Marksizmi’nin sağ kanadı, bazı Bolşevik önderler ve “Bizim Rosa” dediği Rosa Luxemburg ile birkaç yıla yayılan tartışmalar yürütmüştür. Bu tartışmalarda öne çıkan önemli bir başlık, ezen ve ezilen ulusların konumlarını birbirinden ayırmak ve ezen ulus milliyetçiliğine karşı kararlı bir duruş sergilemektir. Lenin, “ayrılma hakkını savunmak, ezilen ulusun burjuva milliyetçiliğini savunmaktır” düşüncesine karşı çıkar ve ezilen ulusun mücadelesini, ezen ulusa karşı savunmayı temel bir ilke olarak benimser. Ona göre, bu yaklaşım, ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında güven oluşturacak bir unsurdur.


Öte yandan, Lenin’e göre, yükselen herhangi bir milliyetçiliğin en çok burjuvazinin işine yarayacağı düşüncesi doğruydu. Ancak, ulusal hareketlerin, ulusların özgürlük arayışını güçlendireceğini ve proletaryanın bu süreçlere müdahale ederek, kendi örgütlü gücünü artıracağını savunuyordu. Lenin’in bu konudaki tutumu, farklı ulusların işçileri arasındaki bağların ve güven ilişkisinin güçlenmesinin ve, bununla birlikte, ezen ulusun işçilerinin milliyetçiliğe karşı mücadelesinin, aynı zamanda onların özgürlük mücadelesini de güçlendireceği anlayışı üzerine şekillenmiştir.


“Başka ulusları ezen bir ulus özgür olabilir mi? Olamaz. Büyük-Rus halkının özgürlüğünün gerçekleşmesi böyle bir zulme karşı savaşımı gerektirmektedir.”[5]


6) Lenin’in ulusal sorun değerlendirmelerinin ve hatta Sovyetler’in ulus politikalarının, Ekim Devrimi’nden sonra, özellikle iç savaşın sona erdiği 1920 yılında değişikliğe uğradığını eklememiz gerekiyor.


Sınırları çok geniş bir sosyalist devletin kurulması, üstelik bu devletin Avrupa devriminin yenilgisi nedeniyle yalnız kalması, Sovyet Rusya’nın ulusal hareketlere yeni bir bakış açısıyla yaklaşmasının zeminini de oluşturdu. Lenin’in yıllarca savunduğu ayrılma hakkı, Sovyetler Birliği sınırlarında yerini “eşitlik içinde birleşme hakkı”na bırakıyordu. Rusya’daki ulusların, işçi ve köylülerle ittifak içinde hem emperyalist sömürgeciliğe hem de ülkedeki burjuvaziye karşı ortak mücadeleye dahil olması fikri, 1920 yılında ilkesel bir tutuma dönüştü. Bu tarihten sonra, emperyalizme karşı birleşik mücadele “temel inancı” gereğince, ülke sınırlarında yaşayan ulusların ayrılma taleplerine karşı çıkıldı*.


Devrimden önceki yıllarda net bir biçimde savunulan “ulusların ayrılma hakkı” anlayışı, 1920 itibarıyla Sovyetler Birliği sınırlarında yerini, “ulusların eşitliği” ve “ulusların birliği” fikrine bırakmıştı. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği, dünyanın farklı coğrafyalarında ezilen halkların anti-emperyalist bağımsızlık mücadelelerini desteklemeye de devam etti (ulusal sorunda üçüncü dönem).


Lenin'den bugüne yansıyan

Lenin’in ulusal sorun ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusundaki tutumunu, yukarıda maddeler hâlinde özetlediğimiz noktaları dikkate alarak değerlendirdiğimizde, karşımıza bugün şu temel tablo çıkıyor:


Birincisi, Lenin, “kendi kaderini tayin hakkı”nı hiçbir zaman mutlak bir ilke olarak savunmamıştır. Ona göre, her demokratik talep gibi, bu talep de soyut bir şekilde ele alınmamalıdır. Mesele dünya ölçeğinde değerlendirilerek, işçi sınıfının yüksek devrimci çıkarları doğrultusunda ve ulusal hareketin ilerici bir karakter taşıyıp taşımadığı esas alınarak karara bağlanmalıdır.[6] Lenin’in bu yaklaşımı, bugün de geçerliliğini koruyan temel bir doğruyu vurguluyor: İşçi sınıfının devrimci çıkarlarıyla çelişen, mevcut toplumsal yapıya karşı daha geri bir düzen öneren ulusal hareketlerin desteklenmesi doğru değildir.


Bu nokta, okurun aklına da hemen geldiği gibi, Türkiye’de özellikle Kürt sorunu bağlamında karşımıza çıkıyor. Gelecek yazılarda konuyu Kürt sorununa ağırlık vererek yeniden tartışacağız ama şimdi kısaca şunu söyleyelim: Kürt ulusal hareketi; örgütsel ve programatik yapısı, insan gücünü oluşturan toplumsal kesim, siyasal söylemleri, bölgesel perspektifi, eşitsizliklere karşı mücadele anlayışı, sosyalist harekete alan açan ittifak politikası, toplumsal model, devlet, siyaset, kültür gibi farklı alanlara dair yapısal önermeleri söz konusu olduğunda ilerici bir karakter taşımaktadır. Kapitalizmin mevcut yapısından geriye giden bir düzeni savunduğu söylenemez. Aksine, bu hareketin başarısı hem Kürt hem de Türk işçilerinin mücadelesini güçlendirecek, toplumsal ilerleme ve birlikte yaşam fikrine olumlu katkılar sunacaktır. Bu bağlamda, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunmak, çağımızın sosyalist görevlerinden biri olarak önümüzde durmaktadır.


İkincisi, ulusların kaderlerini tayin hakkı, ayrılma hakkıyla birlikte değerlendirilmelidir. Her ulus kendi geleceğini belirleme özgürlüğüne sahiptir ve bu hak, hangi coğrafyada olursa olsun, Türkiye’de, Suriye’de, Orta Doğu’da ya da başka bir ülkede tüm ilerici ulusal hareketler için savunulmalıdır. Ulusların kendi geleceklerini belirleme hakları baskı yoluyla ellerinden alındığında, geriye yalnızca büyük bir kan deryası kalır. Örneğin, Türkiye’de ve bölgede Kürt ulusunun kaderini tayin etme hakkı, onlarca yıldır çeşitli baskı yöntemleriyle yok sayılmış ve bu durum Kürt, Türk, Arap halkları arasındaki güven bağlarının kopmasına, düşmanlıkların derinleşmesine ve birlikte yaşam kültürünün zayıflamasına yol açmıştır. Bu durumun bir sonucu da Kürt ve Türk işçileri arasında ortak mücadele zemininin yeterince güçlü biçimde oluşturulamıyor olmasıdır.


Üçüncüsü, ulusların bu hakka sahip olması, ayrılma girişimlerinin her durumda fiilen desteklenmesi gerektiği anlamına gelmez. Örneğin; bugün Rojava Kürtleri söz konusu olduğunda, Bolşeviklerin yaklaşımına benzer bir tutum benimsenebilir. Rojava Kürtlerinin de Suriye’deki diğer uluslar gibi kendi geleceklerini belirleme hakları savunulmalıdır. Bununla birlikte, bu bölgede emperyalist hegemonyayı kırmak için tüm ulusal ayrıcalıkların kaldırıldığı, eşit yurttaşlık anlayışı ve gönüllü birliktelik temelinde, özerklik veya federasyon yapısına dayanan, halkların ve emekçilerin çıkarına olan demokratik bir Suriye için demokratik bir devlet modeli önerilmelidir. Suriye’de emperyalist tahakküme karşı Suriye halklarının birlikte mücadele perspektifinin güçlenmesi, kaderini tayin hakkıyla birlikte savunulabilir.


Dördüncüsü, ezilen uluslarda zayıf bir şekilde filizlenen ulusalcı duygular (Türkiye’de buna sıklıkla “Kürtçülük” etiketi yapıştırılmaktadır) ya da daha keskin bir ifadeyle milliyetçilik, hiçbir zaman ezen ulus milliyetçiliğiyle eşit düzeyde değerlendirilemez. Milliyetçiliğin yükselişinin, nihai olarak burjuva ideolojilerinin güç kazanmasıyla sonuçlanacağı fikri doğrudur. Bu nedenle de bir ulusa ve farklı etnik yapılara dönük düşmanlık, bir coğrafyanın tüm metrekaresinde reddedilmelidir. Ancak, ezen ulus sosyalistlerinin öncelikli mücadelesi, kendi uluslarının milliyetçiliğine karşı durmak ve bu bağdan kopmayı başarabilmek olmalıdır.


Lenin, 1919 yılında, sekizinci parti kongresinde parti programı tartışılırken, “Birçok komünisti kazırsanız, altından şoven bir Büyük Rus çıkar” demişti.[7] Bu sözü, bugün Kürt sorunu yahut Suriyeli mülteciler bağlamında, Türkiye’de kendini komünist veya sosyalist olarak tanımlayan birçok kişi için söylemek mümkündür. Bu kişiler ve temsil ettikleri siyasal örgütler, Kürt halkının kendi geleceğini belirleme hakkını savunmak, siyasal ve kültürel taleplerinin ezen ulus içinde de kabul edilir hâle gelmesini örgütlemek yerine; ülkede Kürtçülük tehlikesi olduğu feveranıyla, pespaye bir şovenizmi körüklemekte, ezen ulusun milliyetçiliğine karşı mücadeleyi zayıflatmaktadır.


Bu yazıyı şimdilik tamamlayalım.


Lenin’in düşüncelerini başka birçok alanda olduğu gibi, ulusal sorun başlığında da bugüne şablon olarak taşımak mümkün olmayacak. Çünkü, tarihsel bağlamların farklılaşması, mücadelelerin biçim ve içerik açısından çeşitlenmesine de neden olur. Ancak, devrimci bir perspektifle, işçi sınıfının ve ezilen halkların çıkarları doğrultusunda konuyu ele aldığımızda, günümüzün ulusal sorunlarında da geçerli olduğu savunulabilecek ve ilkesel değer atfedilebilecek bir çizgi belirlemek mümkündür.


 

*Bu değişim hakkında yapılan bir yorum şöyle: “İlkesel olarak herhangi bir sosyalist milletin, bir sosyalist milletler topluluğundan ayrılmak istemesi düşünülemezdi bile; uygulamada da 1920'nin sonunda Sovyet düzenine amansız düşman olmadıkça, sağlanmış olan birliği dağıtmak istemek düşünülemezdi.”  E.H. Carr: Bolşevik Devrimi 1, s. 333


Referanslar
  1. Carr, E.H. Bolşevik Devrimi 1, Çev: Orhan Suda, Metis Yayınları, İstanbul, s. 373

  2. Cliff, Tony. Lenin, Cilt 2: Bütün İktidar Sovyetlere, Çev: Tarık Kaya, Bernar Kutluğ, Z Yayınları, İstanbul, s. 73

  3. Lenin, V.İ. Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, s. 163 (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti, Ekim 1916)

  4. Lenin, V.İ. Sosyalizm ve Savaş, Eriş Yayınları, s.27

  5. Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, s.70

  6. Davis, Horace B. İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal Sorun, Çev: Yavuz Alogan, Belge Yayınları, s. 197

  7. Bolşevik Devrimi 1, s. 338

bottom of page