top of page
Burak Çetiner

Lenin, Gramsci ve ikili iktidar

Lenin’in önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi, işçi sınıfının tarihteki ilk iktidar deneyimi olarak tam 107 yıl önce “buzu kırmış” ve başka bir dünya mümkün diyenler için yeni bir yol haritası ortaya koymuştu. Ardından Çin, Küba gibi birçok ülkede farklı devrim ve iktidar deneyimleri olsa da Ekim Devrimi, biz sosyalistler için bir mihenk taşı olarak önemini her zaman korumuştur. Bugün ise kapitalist-emperyalist sistemin insanlığı barbarlık ve yok oluş gibi iki çıkmaz sokağa sürüklediği bir dönemde, Lenin’in ve Ekim Devrimi’nin teorik-pratik katkılarına geri dönüp bakmak, bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Bu teorik-pratik katkıları şabloncu ve dogmatik olmayan bir yaklaşımla kavrayıp Marksizm-Leninizm’i bugünün özgün koşullarında yorumlamak, kapitalizme karşı verilecek mücadelede önemli bir yere sahip.


Ekim Devrimi’nin özgün bir katkısı olan ve tarihte daha sonra kolay kolay tekrar etmeyen “ikili iktidar” kavramını bu yazıda tartışmayı hedefliyoruz. Bu tartışmayı Lenin ile sınırlamayarak, özellikle Gramsci’nin özgün katkılarını da göz önünde bulundurarak değerlendirmeye çalışacağız.


İkili iktidar kavramı, sosyalistler tarafından sıkça kullanılsa da çoğu zaman altı doldurulamayan, gelişigüzel kullanılan bir kavram olmuştur. Peki nedir bu ikili iktidar ve, daha da önemlisi, nerede ve ne zaman ortaya çıkar? İkili iktidar, en basit tabirle, bir temsil krizidir. Burjuvazi (hâkim sınıf) mevcut devlet organları üzerindeki gücünü meşruiyetinden alır. Bir siyasi iktidar, rıza üretme kapasitesini koruyabildiği oranda iktidarda kalabilir. Antonio Gramsci’nin sıkça vurguladığı gibi, burjuvazinin iktidarı zor ve rızanın bir bileşimi olarak ortaya çıkar ve bu iki unsur ile geniş kitleler üzerinde bir hegemonya kurabildiği oranda iktidarını sürdürebilir. Geniş kitlelerce bir siyasi otorite olarak tanınmayan ve bir yaptırım gücü olmayan bir meclisin, konseyin, devletin, mahkemenin ya da buna benzer herhangi bir organın meşruiyeti olmayacağı gibi, mevcudiyeti de çok uzun ömürlü olmayacaktır. Bir başka ifadeyle ikili iktidar, bir temsil krizi içinde ortaya çıkar ve bu iki iktidar odağı arasındaki hegemonya mücadelesi, bir devrimin kaderini belirler. Yani devrim, bir hegemonya ve temsil krizinin nihayete erdirilmesidir. Gramsci, bu geçiş sürecini şu şekilde tarifler:

“Ama, bu kurumların yanında, yeni tip kurumlar da ortaya çıkıp gelişmelidir; bu devlet kurumları, parlamenter demokratik devletin özel ve kamusal kurumlarının yerini alacaktır. Bu kurumlar, yönetim işlevleri ve sınai iktidarın uygulanmasında kapitalistin yerini alacak ve fabrika içinde üreticinin özerkliğini yaratacaktır.”[1]

Buraya kadar pek yabancısı olmadığımız kavramlarla bir giriş yaptık, yazının geri kalan kısmında ikili iktidarı bir devrim stratejisi olarak ele alacağız.


İktidar düğümünü çözen Ekim Devrimi ve ikili iktidar

Ekim Devrimi’nin gelişim sürecine baktığımızda, Bolşeviklerin parti ile işçi-asker sovyetleri arasında kurduğu diyalektik ilişkiyi anlamak kritik öneme sahiptir. Lenin ve yoldaşları, sovyet (meclis) organlarını ne salt kendi partilerini güçlendirecek bir araç ne de bir demokratikleşme hamlesi olarak görür. Onlar için işçi-asker sovyetleri bir iktidar organı, işçi sınıfının halkı yeniden örgütleyecek en önemli silahlarından biridir. Bolşevik parti, dönemden döneme sovyetlere yönelik taktiklerini değiştirse de stratejik olarak bu organları bir iktidar organı olarak hazırlar. Bunun en özlü ifadesini, Lenin’in “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganında görürüz. Lenin’in nisan ayında Merkez Komite’ye yönelik yazdığı mektuplar ve Nisan Tezleri olarak anılan yazılar, onun ikili iktidarın doğasını ne kadar iyi kavradığını gösteren en somut örnektir: “Hayır bitmedi! İkili iktidar sürüyor. Her devrimin temel sorunu olan devlet iktidarı sorunu halen belirsiz, istikrarsız ve açıkça geçiş niteliği taşıyan bir durumdadır”.[2] Lenin’den daha birçok referans verebiliriz, ancak ikili iktidar kavramını anlamak için esas olarak 1917 Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasındaki, işçi sınıfının iktidar mücadelesi açısından dünya tarihindeki en zengin sekiz aya bakmak daha isabetli olacaktır.


Bu noktada şunu da vurgulamak gerekir ki, Lenin’in ikili iktidara yönelik devrimci kavrayışı ona bir vahiy olarak gelmemiştir. Onun bu kavrayışı Marksist teorinin kılavuzluğunda, sınıf mücadelesinin siyasi pratiğinden beslenmesi sayesinde ortaya çıkmıştır.


Bugüne geldiğimizde, bu tarihsel anlatıdan ne gibi dersler çıkarabiliriz? Lenin ve Gramsci’den hareketle; bir devrim stratejisi içinde halkın katılım, temsil ve yönetim organlarını kurmamız gerektiğini söyleyebiliriz. Bu organlar mahalle meclislerinden dayanışma ağlarına, fabrika konseylerinden öz yönetim organlarına kadar zamana ve mekâna göre çeşitlilik gösterebilecek esneklikte olsa da temel olarak bir ilkenin üzerinde yükselmelidir: Mevcut iktidarın kurum ve organlarına alternatif bir ikili iktidar durumu yaratmak ve yıkıcı olabildiği gibi kurucu bir iradeyi de kendi bağrından yaratabilecek bir örgütlenme biçimi sunmak!


Günümüz toplumsal hareketlerinde devrimci önderlik sorunu

Tartışmaya devam ederken tam da bu noktada akla şu soru gelecektir: İkili iktidar organları iradi bir şekilde mi kurulur yoksa yükselen bir mücadelenin sonucu olarak -işçi sovyetleri gibi- kendiliğinden mi ortaya çıkar? Bu sorunun kesin bir yanıtı olmamakla birlikte, iki seçeneğin birbirini dışlamadığını düşünüyoruz. Daha açık ifade etmek gerekirse, görece sakin bir dönemde tohumları atılan, hatta dönem dönem atıl kalabilen bir öz yönetim organının bir anda beklenmedik bir talebin taşıyıcısı hâline gelmesi mümkün olduğu gibi, böylesi bir aygıt bir mücadele sürecinin kazanımı ya da öz yönetim organı olarak da ortaya çıkabilir. Nesnel koşullara göre farklı şekillerde kurulabilecek bu öz yönetim organları, zaman zaman ilerleyen, zaman zaman ise durağan seyreden bir mücadele içerisinde kalıcı mevziler kazanılmasını sağlayabilir. Benzer şekilde bu araçlar, devrim için örgütlenen proletaryanın hem yerel hem de merkezî iktidarı nasıl kullanacağını öğreneceği bir okul işlevi de görebilir.


Tartışmayı biraz daha somutlaştırmak için Cihan Tuğal’ın 18 Mart 2021 tarihli yazısındaki şu sorunsala odaklanabiliriz:

“Ya rıza kurma kapasitesinden uzak, hızlıca bastırılmaya mahkum, ‘haklı’ ve doğru ayaklanmalar… Ya da akılcı, rızayı genelleyebilecek, fakat bürokratikleşmeye meyyal, örgütlü kitle hareketleri… Bu iki seçenek arasında sıkışmış görünüyoruz. Kolay bir çıkış yok ama, bu ikilem üzerinden tartışmamız gereken çok şey var…”

2008 ekonomik krizinden bu yana dünyanın farklı coğrafyalarında onlarca kitlesel isyana şahit olduk. Bu isyanlardan bazıları iktidarları devirirken (Mısır, Sudan, Cezayir), bazıları ise arkalarında kalıcı mevziler bırakamadan geri çekildi (Gezi, Occupy Wall Street, Sarı Yelekliler, Black Lives Matter vb.). Ama hiçbir örnekte işçi sınıfını devrimci yoldan iktidara taşıyan bir siyasal süreç yaratılamadı. (Şili, Yunanistan gibi örneklerde isyan dalgasının ertesinde parlamenter yollarla reformist sol partilerin iktidara gelişini ve daha sonra bu partilerin bütün devrimci iddialarından vazgeçerek tarih sahnesinden yavaş yavaş silinmelerini ayrı bir başlık olarak tartışmak gerekir.)


İşçi sınıfının iktidarına kadar uzanan bir sürekli devrim dinamiği yaratamasalar da görece başarılı olan isyanların arkasında sendikalar ve meslek örgütleri gibi daha bürokratik ama örgütlü yapılar görüyoruz. Sudan’da sendikal bir birlik olan Sudan Profesyoneller Birliği’nin önderliği, Mısır’da yine sendikaların örgütlediği grevler ve eylemler diktatörlükleri devirirken; devrimci süreçler ordu müdahaleleriyle kesintiye uğradı. Öte yandan, bizim Gezi’de şahit olduğumuz gibi, dünyanın birçok yerinde kendiliğinden ortaya çıkan örgütsüz ayaklanmalar ise Tuğal’ın ifadesiyle rıza kurma kapasitesini koruyamadan ve kalıcı mevziler yaratamadan sönümlendi.


Son 15 yılda gerçekleşen, burada adlarını tek tek anamayacağımız onlarca halk isyanının her birinin çeşitli özgün özellikleri olsa da hepsinin ortak paydası, devrimci önderlikten yoksun olmalarıdır. Devrimci önderlik sorunu da “çözüm” olduğu sanılan basit ve kestirme yollara sapmadan, Lenin’den Gramsci’ye uzanan ikili iktidar ve hegemonya mücadelesi ışığında, sosyalist devrimciler tarafından çözülmeyi bekliyor. Bu açıdan, Tuğal’ın açtığı tartışmanın derinleştirilmesi gerekiyor. Devrimci önder Rosa Luxemburg’un da dediği gibi, “Gelecek her yerde Bolşevizmin olacak!”[3]

 
Referanslar

[1] Gramsci, Antonio. İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi, Antonio, Belge Yayınları, s. 29

[2] Lenin, V.I. Bütün İktidar Sovyetlere: 1917 Yazıları - 2, Agora Yayınları, s. 52

[3] Rosa Luxemburg Kitabı: Seçme Yazılar, Derleyenler: Peter Hudis & Kevin Anderson, Çeviri: Tunç Tayanç, Dipnot Yayınları, 2010, s. 460


bottom of page