top of page
Zilan Yıldırım

Kadın mücadelesinde barış talebinin yeri

Kadın mücadelesinin bir yüzü, tarihi boyunca hep barış talebine dönük olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda barışın tesisi için görev almış Barış ve Özgürlük İçin Uluslararası Kadın Birliği (WILPF) örneğindeki gibi kadınlar tüm dünyada kalıcı barışın tesisi için mücadele eder. Yakın tarihte Afganistan, Irak, Suriye ve Filistin gibi savaşı yaşayan ülkelerde de kadınlar, toplumda barış talebini en yüksek sesle haykıran kesim oldu.


Kadınların savaşta bir taraf olmak yerine neden barışta ısrarcı oldukları, bununla birlikte devletleri savaşa götüren sebeplerin erkek egemen toplum ile ilişkisi ve savaşın sonuçlarının kadın, çocuk ve LGBTİ+’ların hayatlarını çok daha yakıcı biçimde etkiliyor oluşu dikkatle incelenmesi ve anlaşılması gereken bir konu olmaya devam ediyor.


Erkek devlet

Kadın mücadelesinde uzun zamandır geliştirilen bir kavram olan "erkek devlet", savaş-barış ikiliğinin incelenmesinde dikkate değer bir bakış açısı sunar. Öyle ki, tarihsel süreçte erkeğin hükmü altındaki toplumsal alan –sokaklar, iş yerleri, siyasi partiler, dernek ve STK’lar- hayatın büyük çoğunluğunu belirlerken, daha edilgen olması beklenen özel alan kadının var olabildiği tek yere dönüşmüş durumda. Burada kadının var olması; onun sözünün geçmesi, özgür eyleminin hüküm sürmesi anlamına gelmez. Aksine burası onun devamlı sömürüsü üzerine kurulmuştur.


Erkeklerce bin yıllardır istila edilmiş toplumsal alanın olmazsa olmazı sayılan siyaset alanı belki de kadının en çok yok sayıldığı yerdir. Günümüze değin kadın düşmanlığının yeniden üretildiği bir yere dönüşmüş olan siyaset ve devlet, bugün bahsedeceğimiz savaş ve barış koşullarının kadınlarla ilişkisini büyük oranda etkiler. 


Erkek devlet, yalnızca öznelerin ağırlıklı çoğunluğunun erkek olmasıyla bu tanımı kazanmaz. Devletin ideolojik aygıtlarının; söylem, propaganda ve eylem pratiklerinin erkek egemen zihniyetten besleniyor oluşu bu kavramın geliştirilmesinin nedenidir. Siyasetçiler, içinde yaşadıkları toplumun kendisini tanımlama biçimlerinden ihtiyaçlarına, geçmişinden geleceğine, diğer toplumlarla ve devletlerle ilişkisine kadar her konuda kadını yok sayar, eril ilişkilenme biçimi olan iktidar alanını önceliklendirir ve dışlayıcı olur. Buradan, devletler arasındaki ilişkilerin ve yüzyıllardır bu ilişkilerin bir sonucu olan savaşın da bu erillikten muaf olmadığı ortadadır.


Savaşta eşitsiz ilişki derinleşir

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üreten bir bakış açısı olarak; kadınların barış istemini, "yapıları gereği barışçıl olmalarına" bağlayan yorumlar vardır. "Kırılgan yapıları, hassas ve duygusal doğaları" gereği kadınların savaş karşıtı olmaları beklenir. Ancak durum öyle değildir. Antik çağlarda mitlere konu olmuş savaşçı kabilelerden Paris Komünü’nün kadın komünarlarına, Mirabel kardeşlere kadar; tekil ya da örgütlü olarak sayısız yerde kadınların mücadeleci ve uzlaşmaz olduğu birçok örnek tarihe kaydedilmiştir. Aynı şekilde, tarih kitaplarına yazılmamış ancak her çağda ve toplumda var olduğundan emin olduğumuz isimsiz, çoğunlukla yalnız bırakılmış, evlerinin içinde birtakım sınırlara, eşitsizliklere, haksızlıklara karşı kavga etmiş ve ailesinde kendinden sonra gelenlere biraz olsun nefes aldırmış kadınlar da vardır.


Tüm bunlarla birlikte kadınlar, çocuklar ve LGBTİ+’lar, günümüzün savaş yaşamayan toplumlarında bile eşitsizliğin ve şiddetin en büyük mağdurlarıdır. Eşitsizliğin, şiddetin ve militarizmin had safhaya çıktığı, adaletin tesisinin mümkün olmadığı ve asgari insan ihtiyaçlarının dahi çoğu zaman sağlanamadığı savaş koşullarında da bu mağduriyet, haksızlığa uğrayanı çok daha fazla ezecek biçimde derinleşir ve şiddet artar.


Şiddet olaylarının arttığı, toplumun çürüdüğü, insan haklarının rafa kaldırıldığı ve militarizmin kol gezdiği bu savaş günlerinde kadınlar, çocuklar ve LGBTİ+’lar gibi zaten eşitsiz ilişki içinde olan kesimler ezilmişliği ve dışlanmayı çok daha derin ve keskin biçimde hisseder. Savaşın getirdiği açlık, hastalıklar ve maddi kayıplar; yemek yapmaktan, çocukların bakımından, güvenliğinden ve de yoksulluğun sonuçlarının büyük oranda hissedildiği tek yer olan ev içinden sorumlu olan kadının yükünü katlar. Savaşa giden erkeklerin arkada bıraktığı ailenin tüm yükü, geçmişte özel alana sıkıştırılmış ve toplumsal alana yabancı bırakılmış kadına yüklenir.


Günümüzün yakıcı krizi: Zorunlu göç

Son yıllarda tüm dünyanın gündeminde yer alan göçmen krizi, savaş sonrasında yerinden olan milyonlarca insanın yaşamını olumsuz yönde etkilemiş, savaşın psikolojisini savaşan ülkelerin dışına taşımış ve sonuçları yine toplumların tüm eşitsizliklerini derinleştirmiştir. Türkiye’nin de son on yılda büyük oranda etkilendiği yoğun göç, ekonomik krizle birlikte ucuz ve güvencesiz iş gücünün olağan hâle geldiği, ırkçılığın eskiye oranla arttığı, cinsiyet eşitsizliklerinin ve hukuksal güvencenin olmadığı ülkelerde milyonlarca insanın hayatını olumsuz yönde etkiledi.


Ucuz ve güvencesiz iş gücü olarak çalışan göçmen kadınlar, kadın olmaktan kaynaklı birçok sorunu da beraberinde yaşar. Kayıt dışı ve can güvenliğinin sağlanmadığı sağlıksız koşullarda çalışmak, eşit işe eşit ücret alamamak, iş yerinde taciz-tecavüz ve mobbinge uğramak göçmen kadınların eşitsizliklerini katmerlendirir. Bununla birlikte para karşılığı çocuk yaşta zorla evlilikler ve "namus" adı altında yaşanan kadın cinayetleri göçmen kadınların hayatlarını alt üst eden bir diğer sorundur. Kendi vatandaşı olan kadınları dahi korumayan ve İstanbul Sözleşmesi gibi bu hak gasplarını önleyecek hukuki araçları yürürlükten kaldıran Türkiye gibi devletlerde ise göçmen kadınlar tamamen yok sayılır.


Yanı başımızda yeşeren barış talebi

1995 yılından bu yana her cumartesi İstanbul Galatasaray Meydanı'nda toplanan Cumartesi Anneleri/İnsanları, kaybedilen yakınlarının akıbetini öğrenmek ve adalet talep etmek amacıyla barışçıl eylemler gerçekleştirir. Özellikle 1980'li ve 1990'lı yıllarda devletin güvenlik güçleri tarafından gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini öğrenmek ve sorumluların yargılanması için seslerini duyurmaya çalışır.


Cumartesi Anneleri/İnsanları, her hafta Galatasaray Meydanı'nda bir araya gelerek kaybolan yakınlarının akıbetini sormaya 1000 haftayı aşkın süredir devam ediyor. Her hafta bir kaybın hikâyesinin anlatıldığı, kayıpların anısına karanfillerin bırakıldığı bu eylemler, Türkiye'deki en uzun soluklu sivil itaatsizlik hareketlerinden biri hâline geldi. Cumartesi Anneleri, kayıpların izini sürerken adalet arayışından asla vazgeçmedi ve onların bu kararlı duruşu, kadınların barış talebinde ısrarının ve direncinin en güzel örneği oldu.


Sonuç yerine

Erkek devletin şiddet içeren ilişki biçimi olarak savaş, en önce erkek egemen zihniyetin eşitsiz ilişki içinde olduğu kadın, çocuk ve LGBTİ+’ların tahakkümünün, sömürüsünün ve ezilmesinin türlü boyutlarıyla sonuçlanır. Bu nedenle, tarihte barış talebiyle kadın mücadelesi birbirini besleyerek ilerlemiştir ve kadınlar, barış istemini mücadelelerinin bir parçası hâline getirmiştir. Kadınların bu kararlı duruşu, barışın tesis edilmesi ve sürdürülebilmesi için hayati bir güç olarak varlığını sürdürür. Ve çok net ki, kadınların yok sayıldığı bir durumda kalıcı bir barışın tesisi mümkün değildir. Barış, kadınların ellerinde filizlenecek ve kök salacaktır.

bottom of page