Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?
Gelincik yapraklı metafizik nerede?
Sözcüklerine incecik delikler açıp
Onları saçan yağmur nerede?
Kuşlar nerede hani?
Her şeyi anlatayım.*
Dünya halklarının barışa ve özgürlüğe duyduğu özlemin ifadesi olan 1 Eylül Dünya Barış Günü, 1939’da Nazi ordularının Polonya’yı işgal etmesiyle başlayan II. Dünya Savaşı’nın yıl dönümüdür. Kıta Avrupası genelinde Nürnberg yasalarını devreye sokan Nazilerin ilerleyişini dünya halkları ve özel olarak Sovyetler Birliği büyük bedeller ödeyerek durdurabildi. 60 milyon insanın yaşamına mal olan faşizm, yaklaşık 80 yıl önce durdurulabilmiş olsa da Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya kadar dünya halkları eşit ve özgür yurttaşlar olarak barış içinde yaşamak için mücadele etmeye hâlâ devam ediyorlar.
Bu yazının konusu, barış için büyük bedeller ödeyen Kürt halkının arayışıdır.
Kürt sorunu neden var?
Kürtler, dört ülkenin sınırlarıyla bölünmüş ve I. Dünya Savaşı’ndan sonra devletler arasındaki bu bölüşümü reddeden sömürge karşıtı bir tutum izlemiştir. Başını Britanya ve Fransa gibi ülkelerin çektiği emperyalist blok, savaş sonrasında Orta Doğu’da sınırları yeniden çizerken Kürdistan’ı da Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında de facto bölmüştür.
Lozan görüşmelerinde Kemalist iktidar, Britanya’yı Güney Kürdistan’da Kürtlerin taleplerine sessiz kalmakla; İngiltere ise Türkiye’yi Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin statü talebini bastırmakla suçlamıştır. Karşılıklı denge ve suçlamaların damga vurduğu bu görüşmeler bir nihayete erdiğinde Kürtlere kalan tek seçenek isyan olmuştur.
Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluş kodlarında Kürtlere dair uzlaşmaya yatkın bir bakış mevcut değildir. Sırasıyla Koçgiri, Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarının temel talebi esasen statüdür. Buna verilen yanıt ise inkâr ve imha olmuştur. Kemalist iktidar son mevzi olan Dersim’de isyana dahi gerek görmeden katliama girişmiş, Kürtlerin ulusal önderlerini İstiklal Mahkemeleri'nde sanık olarak yargılamış, idam ve katliamlarla yok edemediği direnişi bir “terör” konusu hâline getirmiştir. Bu dönemde asimilasyon politikalarını devreye koyan iktidar, Kürtleri sürgüne göndererek Türkleştirmeye, durumu “yatıştırmaya” çabalamıştır.
O hâlde şu tespite varmamızda herhangi bir sakınca olmayacaktır. Kürt sorunu; benzer örneklerine Irak, İran ve Suriye’de kurumsallaşan rejimlerde de rastladığımız üzere yapısaldır ve kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerinin egemen olduğu ulus-devlet formasyonu bu sorunun yeniden üretilmesinde hâlâ başat faktördür.
Evet, 1920’lerle beraber kurumsallaşan Türkiye Cumhuriyeti bir halklar mezarlığıdır. Türk kimliği esas alınarak inşa edilen devlet aygıtı, halkların eşit ulusal haklarla bir arada yaşamasına imkân sağlamamıştır. 1946’ya kadar süren tek partili rejimin bir “demokratik zemin” inşa etme çabası yoktur. Devlet, bu dönemde düzenin asayişini asimilasyon ya da imha yoluyla sağlama, baskı aygıtlarını sistematize etme, isyan dalgasını gayrimeşrulaştırma, tüm bunları yaparak ise “kaosu” dindirme gayretindedir. 1938 yılında Dersim’de gerçekleştirilen katliam sonrası Kürt sorununda inkâr dönemi de başlamış oldu. Kürtlerden dağ Türkü, eşkiya, hain olarak bahseden egemenler tek ulus yaratma gayretinden milim şaşmamıştır.
Ne zaman Pers okyanusu ve Türk denizi kabarsa, kan içinde boğulan hep Kürt ülkesidir
Türkiye’nin dış politikasını “güvenlik koridorları” üzerine bina etmesinin temel nedenlerine baktığımızda en başta Kürtleri görmekteyiz. Temmuz 1937’de imzalanan Sadabat Paktı, esasen Kürtleri egemen dört devlet içerisinde “ortak düşman” ilan etme anlaşmasıdır. Paktın birincil işlevi, Kürt isyanlarına karşı devletlerin işbirliği sağlamasına yönelikti. “Ayrılıkçı hareketlere” karşı işbirliğine gidilmesini öngören bu anlaşma, hükümetlerin rejimlerini tehdit eden bu hareketlere karşı ortak tutum almayı ve isyanlara karşı yapılacak işbirliğini içeriyordu. Türkiye’nin bugün dahi Güney ve Batı Kürdistan’da devam eden “operasyonları”, bu güvenlik koridorlarında yankılanan barış çığlıklarını baskılama gayretidir.
23 yıllık tek parti rejimini delen Menderes hükümeti, Kürtler için uzun süren vesayet döneminden sonra ara bir soluklanmadır. 14 Mayıs 1950’de iktidar olan Demokrat Parti, Kürtlere “sulh” içerisinde yaklaşmayı tercih etse de devletin asli görevlerini neredeyse hiç ihmal etmedi. Kemalizmin toprak ağalarını gücendirmemek için ihmal ettiği toprak reformunu ilkin merkeze koyan Menderes, Kürt feodalleriyle kurduğu ilişkiyi bir oy deposuna dönüştürünce hem iktidara uzanan kapıları aralamış hem de Kürtlerin devletle kurabileceği geri bir ilişki biçimini keşfetmiştir. Yoksulların desteğini alabilmek adına programına koyduğu toprak reformu da böylelikle kara deliğe hapsolmuştur.
Kana mazot sızar, lakin halklar kardeştir
1960’larda Kürtlerin arayışı solla kesişmiştir. TİP içerisinde “Kürt Aydınları” olarak adlandırılan grubun Kürt aydınlanmasında özel bir rolü vardır. Kürdistan’da yeniden serpilen özgürlük tohumları sosyalizm mücadelesiyle buluşmuş, Doğu Mitingleri ile beraber devlet tarafından tehlike arz edecek pozisyona yerleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’dan beri Kürtlerin arayışını kültürel, siyasal ve askeri anlamda bastırmak için kirli savaşın binbir stratejik versiyonunu devreye koyarak “ortak aklı” kıskançlıkla korumuştur. 1970’lerin sonunda Kürt Özgürlük Hareketi’nin kurulmasıyla beraber arayış dünya ölçeğinde bir statüye kavuşmaya başladı. "Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu ve Atatürk döneminde de birçok defa ayaklandılar. Korkunç bir planla karşı karşıyayız. Türkiye Cumhuriyeti zayıfladığı zaman Kürtler ayaklanıyor. Türkiye’yi, dış güçlerin yardımıyla parçalamak istiyorlar" diyen faşist Kenan Evren, nihayet 12 Eylül’de askeri darbeyle devlet aygıtına el koyduğu zaman hapishaneleri sol, sosyalist, devrimci güçlerin yanı sıra Kürtlerle doldurarak insanlık dışı işkence uygulamalarına başvurmuştur.
1990’larda Kürdistan’da koruculaştırma ve aynı eksende devam eden köy yakmaları sonucu kentlere akın eden Kürtler, metropollerde ucuz iş gücü olarak kullanılmıştır. Yetki anlamında İstiklal Mahkemeleri’ni aratmayan sıkıyönetim mahkemeleri ve DGM’ler, devletin Kürdistan’da bir mafya örgütü gibi davranması ve Hizbul-Kontra atağı, gözaltında veya çeşitli kumpaslar sonucu yitirilen Kürt aydınları, devlet mekanizmasının Kürt sorununu baskılamak için kullandığı savaş yöntemlerinden bazılarıdır. Yine Kürdistan’da askeri bölgelerin etrafında kurulan yatılı bölge okulları bu dönemde siyasi ve kültürel asimilasyon merkezleri olarak işlev görmüştür.
Çözüm sürecinden kayyumlara AKP dönemi
2002 genel seçimlerinde iktidar olan AKP; Türkiye’nin neoliberalizm seyrinde devlet aygıtını köklü olarak değiştirecek bir siyasal rejim inşa etti. İlk dönemi itibariyle Kürt sorununu kendi çıkarı için kullanmak adına daha açgözlü davranan AKP, Orta Doğu’da başlayan siyasal İslamcı dönüşümlerin hamisi rolüne soyundu.
2013-2015 yılları arasında “Çözüm Süreci” ile başlayan Kürt sorununda çözüm arayışı kayyumlarla bastırıldı. Kürt sorununa eşit yurttaşlık ve yerel yönetimlere özgürlük talebiyle yaklaşan Kürt Özgürlük Hareketi’nin aksine AKP; hem Kürt sorununda muhatap beğenmedi hem de Kürtlerin taleplerini yasal olarak tanımlamaktan imtina etti. Dolmabahçe Mutabakatı sonrası tıkanan çözüm arayışı yerini hendek direnişlerine bıraktı. Başta Cizre, Silopi, Şırnak, Nusaybin, Hakkâri ve Sur olmak üzere birçok Kürt kentinde başlayan direnişe karşı AKP, özellikle Cizre ve Sur’a bombalar yağdırarak yanıt verdi. HDP’li eş genel başkanlar başta olmak üzere birçok milletvekili ve HDP yöneticisi siyasal rehine olarak alındı, Kobanê Kumpas Davası’yla süreç daha da kötüleşti. Kürdistan’ı bir sıkıyönetim mezarlığına çeviren AKP, öte taraftan Rojava’da Kürtlerin kazanımlarını tehdit ederek işgale devam etmektedir.
Yerel yönetimlerde demokratik yollarla başa geçen HDP’li belediye eş başkanları tutuklandı, kayyum politikası süreklileşti. Kayyum politikalarıyla istikrarsızlığı bir yönetim biçimi hâline getiren AKP, Kürt yurttaşların iradesini yok sayarak seçimleri hiçe saydı.
Halkın belediye faaliyetlerine doğrudan katılım yollarını tıkayan AKP, belediyelerin tüm gayrimenkullerini yandaşlara peşkeş çekmekten çekinmedi. Sömürge valileri aracılığıyla bir yandan yağma politikaları devam ederken öte yandan eylem ve etkinlik yasaklarının hüküm sürdüğü Kürt kentlerinde yaşam durma noktasına geldi. Bu politikalarla Kürt sorununda çözümü rafa kaldıran iktidar, çözümsüzlüğü bir ilke hâline getirdi.
Kürt sorununda demokratik çözüm: Eşit yurttaşlık
Kürt sorununun bugün hâlâ mevcut sınırlar içerisinde bir çözüme kavuşturul(a)mamasının nedenlerini araladığımızda, eşit yurttaşlık talebinin egemen ideolojiler ve onların hâkim olduğu yönetim aygıtları tarafından bastırılması göze çarpmaktadır. Kürt halkının ulusal aidiyetini koruyabildiği, yaşamını güvence altına alabildiği, ana dili ve kültürü üzerindeki hegemonik baskıların son bulduğu bir yönetim mümkün mü?
Türkiye örneği üzerinden Kürt sorununa baktığımızda çözüm için bir tartışmayı yapabiliriz. 1 Eylül’de bir kez daha dillendirmemiz gerekir; sorunu barış sorunu olarak görmeli, bölge çapında barış için mücadele etmeliyiz. Öncelikle, Türkiye Rojava’da Kürtlerin kazanımlarını bastırmak için devam ettiği işgal faaliyetlerine son vermelidir. İşgal yöntemi, yalnızca Rojava’yla sınırlı değil. Kürdistan Özerk Bölgesi’nde gazeteciler dahil olmak üzere halka yönelen şiddet son bulmalı, askeri operasyonlar durdurulmalıdır.
Türkiye’ye döndüğümüzde, Kürtlerin statü talebinin eşitlikçi bir anayasal zeminle ele alınması, Kürt halkının ülkenin eşit kurucu unsuru olarak tanınması sorunun çözümünde büyük bir adımın atılması anlamına geliyor. Bunun başlangıcı ise şüphesiz Kürt halkının oylarıyla seçilen vekillerin ve belediye başkanlarının görev yapmasına müsaade ederek Kürt halkının iradesine saygı duyulması olacaktır. Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Selçuk Mızraklı ve sayısız tutsak serbest bırakılmalı, siyasi rehineler özgürlüğüne kavuşmalıdır.
Kürt halkının kendisini ifade edeceği televizyon kanallarının, dergilerin, yayınların; kısacası kültürel faaliyetlerin serbest bırakılması ve daha pek çok unsur kalıcı bir barışın sağlanması için yapılması gerekenler arasında sayılabilir. Ancak bugün barışı kazanmak için en önemli koşul AKP-MHP iktidarına karşı devrimci ve demokrat güçlerin, kadın örgütlerinin, ekoloji ve gençlik örgütlerinin ve bunlarla birlikte tüm muhalif güçlerin ortak akılla mücadele etmesidir.
Çünkü barış hâlâ egemenlerin tercihi değil, yoksul halkların özlemidir. İnsanların her an ölüm tehdidiyle yaşaması, katlanılmaz bir yoksulluğun süreklileşmesi gibi son derece gündelik sorunları ilgilendiren barış mücadelesi egemenlerin bahşetmesiyle değil, halkların ortak mücadelesiyle kazanılacaktır. Orta Doğu ve Latin Amerika halkları başta olmak üzere kendi yurdunda barış içinde yaşama özlemiyle direnen halklar kazanacak, faşizm mutlaka yenilecektir.
* Pablo Neruda - “Bazı Şeyleri Açıklıyorum”