Girişte belirtelim; bu yazıda elimizde bir çuvaldız olacak. Bu konuda bugüne kadar iğneyi çokça karşı tarafa batırdık. Şimdi çuvaldızı kendimize batırma zamanı. Canımız biraz yanacak ama dileriz ki düşünmek, tartışmak için naçizane bir teşvik olacak.
Meramımızı anlatmaya kıssamızla başlayalım…
Geçen günlerde Gülen cemaati lideri Fethullah Gülen öldü ve iktidar çevrelerinde 15 Temmuz 2016’dan bu yana süren günah çıkarma ayinleri doruk noktasına ulaştı. Oysa Gülen’i “hocaefendi”den “hain”, Cemaat’i ise “hizmet hareketi”nden “FETÖ” olmaya götüren sürecin esası, kurduğu ittifakla iktidarına ortak olduğu bir diğer siyasal İslamcı klikle girdiği ve kanlı biten “kim daha iktidar” kavgasını kaybetmesiydi.
Hem Cemaat’le kurduğu ittifak hem de ardından gelen iktidar kavgasındaki zafer, AKP’nin bugünkü baskıcı-gerici rejimi kurmasında birçok açıdan elini rahatlattı. Cemaat’in devlet içindeki kadroları aracılığıyla yapılan operasyonlarda “eski Türkiye”nin kurumlarını tasfiye eden AKP, 15 Temmuz sonrası oluşturduğu baskı ve hukuksuzluk ortamında ise "yeni" Türkiye’nin kurumlarını oluşturdu. Nitekim bugünlere geldik.
Kriminalizasyondan iktidar ortaklığına
Cumhuriyet ile birlikte yasa dışı ilan edilseler de tarikatlarla hiçbir dönem köklü bir hesaplaşmaya gidilmedi. Bu, zorunluluktan öte bir tercihti. Kemalizm, düzenin güvenliği açısından gericiliği yedek bir toplumsal kuvvet olarak elinin altında tutmayı tercih etti. Aynı tarikatlar, Demokrat Parti döneminde neredeyse meşrulaştırılarak açıkça siyaset yapar hâle getirildi, 12 Eylül öncesinde ise NATO güdümünde sermaye adına, toplumsallaşan solun gücünü kırma misyonu üstlendi. Komünizmle Mücadele Derneği kurucusu olarak Fethullah Gülen’in kendisi buna örnektir.
Fakat Türkiye’de tarikatların bugüne kadar kat ettiği yolla ilgili bir milat belirlenecekse bu, kesinlikle 12 Eylül’dür.
12 Eylül, 24 Ocak kararlarıyla öngörülen sermaye özgürlüğüne en büyük engel olan işçi sınıfının örgütlülüğünü yerle bir ederken, yalnızlaşan emekçilere afyon olarak dinselleşme sunuldu. Zemin oluştu, tarikatlar yoksul emekçi mahallelerinde en büyük sıçramasını bu dönemle birlikte gerçekleştirdi.
Bu dönemin bir diğer özelliği de kendisi de bir mürit olan Özal’ın iktidara gelişiyle tarikatların birer sermaye örgütüne dönüşmeye başlamasıdır. Nitekim bunu 90’lı yıllarda Refah Partisi’nin iktidara kadar yükselişi, 28 Şubat restorasyonu ve RP'nin düşüşe geçmesiyle birlikte o dönem yeşil sermaye skandallarının açığa çıkması izlemiştir.
Kıssadan hisse
İğneyi çokça karşı tarafa batırdığımızı söyledik. Daha fazla uzatmadan "çuvaldız elimizde" hissemize geçelim.
Türkiye’de gericiliğe ve gericiliğin toplumsal örgütlenmesi sayılan tarikatlara karşı sosyalistler her dönem kararlı bir duruş sergiledi. Gülen Cemaati’nin, AKP ile birlikte ordu-yargı-akademi düzleminde son sürat tasfiye operasyonlarını gerçekleştirdiği dönemde de, özellikle üniversiteler birer mücadele alanı sayılırken de çeşitli farklı alanlarda da “STK” diye yutturulmaya çalışılan Cemaat, ifşa edildi. Eskinin kirine sahip çıkılmadı, gelen yeninin aslında bugünler olduğuna dikkat çekildi.
Gülen cemaati bir lekeyse, sosyalistlerin üzerine bu lekenin gölgesi bile düşmedi. Ama bu kadar. Bertolt Brecht’e atıfta bulunursak; iyiydik ama neye yaradı? Gülen Cemaati konusunda haklı çıkmak, onunla yolumuzun hiç kesişmemesi, bu kararlı duruş geriye ne bıraktı? Genel anlamda gericilik ve tarikatlarla mücadelede neredeyiz?
Sondan başlarsak, bu konuda hiçbir mevzi elde edemediğimizi bugünkü rejimin kendisine bakarak görebiliriz. Temel ihtiyaçlar dahil olmak üzere kamunun tamamıyla yok olduğu, ücretlerin neredeyse açlık sınırında sabitlendiği, emekçilerin kölelik koşullarına mahkûm edildiği; sokakların başta kadınlar, çocuklar ve diğer canlılar olmak üzere güvensiz alanlara dönüştüğü, güçlüler hukukunun işlediği ve özgürlüğün sadece sermayeye ait olduğu bir rejimden bahsediyoruz. Bu rejimin harcında ise bir üstyapı kurumu işlevi gören çeteler ve tarikatlar var.
Yoksulluk, geleceksizlik ve yalnızlığın sonucu: Çeteler ve tarikatlar
Kısa bir zaman önce bu sayfalarda “Söz meclisten dışarı, mahalleden içeri” başlığıyla yayımlanan yazıda çok önemli bir konuya dikkat çekilmiş ve bir dönem devrimcilerin etkin olduğu mahallelerin bugün çetelerin hâkimiyeti altına girmesi ele alınarak şu tespit yapılmıştı:
“…Gezi Direnişi’ndeki kitlenin büyük bir bölümünü oluşturan kent emekçilerinin içinde örgütlenmeyi hedefleyen örgütler, genel olarak işçi sınıfının yoksul kesimlerinden ziyade kent merkezinde yaşayan ve görece yüksek gelirli bu kesime seslenmeye başladı. Bu durum, emekçilerin genelinden ve ihtiyaçlarından uzaklaşılmasına ve mahallelerde mevzilenerek kazanılan organik ilişkilerin de kaybedilmesine sebep oldu…”
12 Eylül’ün ardından reel sosyalizmin de çözülüşüyle birlikte zorunlu biçimde girilen, “ideolojik netlik" iddiası veya “örgütsel varoluş” amaçlarıyla açıklanabilecek savunma dönemi solun mevziden çıkışıyla değil, bir halk hareketiyle, Gezi Direnişi ile sona erdi. Konfor alanına dönüşen ve emekçi kitlelerle temasın neredeyse yok denilecek kadar az olduğu bu dönemde devrimci demokrat yapılar tarafından elde tutulan son kaleler de Gezi sonrası bizzat devlet operasyonlarıyla düştü. Emekçi mahallelerinde çanlar şimdi bizzat solun kendisi için çalıyor. Çünkü bu defa durum bir kapsayamama durumundan daha öteye geçerek, emekçi mahallelerin karşı devrimci bir paramiliter havuzuna dönüşmeye başladığına işaret ediyor.
Peki nasıl oluyor? Çete ve tarikatlar buralara hangi deliklerden giriyor? Cevabı oldukça uzun ama bir taraftan da çok kısa: Yoksulluk, geleceksizlik ve yalnızlık!
Yoksulluk ve geleceksizliktir; Gülen Cemaati açık bir örnek olacak şekilde, tarikatların eğitim faaliyetlerine önem vermesi sadece kadrolaşma amacının bir göstergesi değil, yoksulluk ve geleceksizliğin itaatkâr bir dindar nesil yetiştirmek için fırsatlar sunmasıdır. Tarikatların sunduklarının yoksul aileler için anlamı, en basitinden çocuklarına hayalini bile kuramayacakları bir gelecek ve aile ekonomisindeki yükün azalması demektir. Sırf bunun bile ne anlama geldiğini, bugün okul çağındaki neredeyse 3 milyon çocuğun eğitimin dışında kalmasıyla görebiliriz. Tarikatlar bu noktada seçenek değil, daha iyi şartlarda bir yaşam hayalinin karşılığıdır.
Tarikatlar ayrıca sadaka kültürünün bir dayanışma ağı şeklinde tabandaki, yani mahalle içindeki organizatörüdür. Bu organizasyon bazen etkin olunan belediye ya da kurumlar aracılığıyla sürdürülürken, bazen de “hayır hasenat” adı altında “himmetçi” sermayedarlara aracı olunarak devam ettirilir. Bugün resmî verilere göre bile 5 milyon hanenin sosyal yardım aldığını düşünürsek, bunun ne denli önemli olduğunu görmek ve hatta tarikatların etki alanlarına dair bir fikir sahibi olmak mümkün olabilir.
Dahası, tarikatlar düzenin yoksullar üzerindeki emniyet supabıdır, emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtecek tüm ilişkileri yeniden üretir.
Peki yalnızlıkla kastedilen nedir? Daha iyi bir yaşam ümidini bulamamak, bunun sadece ahirette mümkün olabileceğini düşündüren örgütsüzlüktür. Çuvaldızı kendimize batıracağımız yer de burasıdır.
Buna ilişkin yukarıdaki alıntıya ek olarak bir tespit de biz yapalım; solun gericilikle mücadelesi 12 Eylül’ün ardından burjuva laisizminin sınırlarının dışına çıkamamıştır. “Tarikatlar kapatılsın” sloganının bu kadar sahiplenilmesi de biraz bununla alakalıdır. Ne demek istiyoruz? Laikliğin emekçiler için hava gibi gerekli, mücadele temsiliyetinin ise emekçilerde olduğu ezberimizde her daim var. Ancak gericiliğin öncelikli toplumsal hedefi ve tarikatların insan kaynağı olan yoksul mahalleler, bu mücadelenin içinde yok.
Çelişki yaman görülebilir ama bunun nedeni, Gezi öncesinde olduğu gibi sonrasında da solun kendine konfor alanları yaratmasıdır. Gezi öncesinde uzun bir süre savunma pozisyonunda kalınmış ve bu dönemde “temiz kalma” ihtiyacının sonucunda sınıfla temasın azaldığı konfor alanları oluşmuştur. Gezi kitlesindeki dinamizmi ağırlıklı olarak hizmet sektöründe çalışan eğitimli emekçilerin oluşturması, kapitalizmin değişen iktisadi yapısında işçi sınıfının sektörel-kültürel bağlamda kendi içerisinde farklı profiller barındırdığı gibi doğru bir tespite kapı açmıştır. Sonraki süreçte Saray Rejimi’nin gerici-baskıcı karakteri netleşmiş, sınıfın nispeten daha iyi koşullarda yaşayan kentli-eğitimli-seküler kesimleriyle laiklik-cumhuriyetçilik ekseninde temas kurulabilmiş ve bunun hatrı sayılır bir karşılığı olmuştur. Ancak bu karşılık, toplumsal anlamda bir sıçrama yaratmamış, sol siyaset ise sınıf ekseninden kayarak temas ettiği kitlenin kültürel hassasiyetlerinin öne çıktığı bir etkileşime girmiştir. Nihayetinde bu kesim sınıfın birliği içerisindeki öncü ağırlık noktası olmaktan ziyade kolay temas edilebilir olması hasebiyle solun yeni bir konfor alanı hâline gelmiştir.
Kent merkezlerinde yaşayan sınıfın bu kesimiyle kurulan sakat etkileşime atfedilen önem, 40 küsür yıldır neredeyse hiç temas kurulamayan kent çeperlerinin hepten kaybedilmiş, terk edilmiş bölgeler olarak görüldüğü izlenimi vermektedir. Hâl böyleyken gericilikle mücadele de “kendine benzeyeni kendi yanında tutmak”tan öteye geçememektedir. Bu konuda bile şu ana kadar atılan taşın, ürkütülen kuşa değdiği söylenemez. Hangi kesim içinde olursa olsun örgütlenmek, elbette önemsiz görülemez ancak bu örgütlenmenin sınıf temelli bir eksende kurulması şarttır.
Tarikatlar kapatılır mı? Sermaye düzeni için üstyapıda hiçbir kurum ya da araç yoktur ki işlevini yitirdiğinde vazgeçilmesin. Tarikat gider, çete gelir; o gider, bu gelir ama sosyalistler için yoksul mahalleler olmadan devrimin hayalden öteye gitmeyeceği kesin.
Öyleyse ne yapmalı? Bu soruya verilecek yanıt belli ama asıl odaklanılması gereken soru “nasıl yapmalı” olmalıdır. Çünkü 40 küsür yıldır es geçilen, yanıtlanmayan soru budur. Derenin altından sular akarken bu soruya yanıt üretip harekete geçmek için bir 40 yılımız daha var mı?
Olsa da olmasa da gün bugündür ve sınıf mücadelesi her gün doruktadır. Öyleyse nasıl yapacağımızı bulmak da tam bugünkü görevimizdir. Bulana kadar çuvaldız etimizdedir.