top of page
Barış Erden

İddialı başlıklar: Sığ ve derin olmak üzere devlet

Türkiye bir alengirler ülkesidir. "Millet" olarak her şeyin altında bir bit yeniği aramaktan kendimizi alamayız, eserekliyizdir. Nasıl olmayalım zaten? Becerikli bir sosyal bilimci için Türkiye'den daha bereketli bir deney sahasına rastlamak epey zordur. Çünkü her şeyin "en iyisinden" vardır bizde: Ulusal sorun, az gelişmişlik, işçi aristokrasisi, göçmenler, uyuşturucu ticareti, kara para, dinî fanatizm, yeni faşist hareketler, güvenlik sorunu… Türkiye'de her başlık için dünya siyasetine mal olacak düzeyde bir doktora çalışması hazırlamak mümkün. Gel de bu ülkede eserekli olma!


Bu eserekli ruh hâlimiz bilhassa siyaset konuşulduğunda kendini faş eder. Mesela ne zaman bir siyaset bahsine kulak kabartacak olsanız -bereket versin ki Türkiye'de siyaset bahsinden fazlası bulunmaz- alengirli fikirlerden mürekkep onlarca iddia işitirsiniz. Bilhassa devlete, -ondan da leziz olan- derin devlete dair birçok kestirime, gündelik yaşamın olağan akışı içinde rastlamak mümkün. Herkesin iyi kötü bir kanaati vardır derin devlete dair. Özellikle sansasyonel olayların yaşandığı gündemlerde, derin devletin muradı ve konumu çok su götüren bir meseledir.


Peki nedir "derin devlet" dedikleri? Az mı, çok mu derindedir bu mevhum? Yahut "devlet" dedikleri, gerçekten bir alengirli işler ofisinden mi ibarettir?


Bu sorulara nihai bir cevap vermek olanaklı değil elbette. Nitekim solcular için de "devlet" mevhumu, üzerinde ittifak edilen bir tanıma sahip değil. "Devlet" dedikleri şey, bilhassa politik bağlamı söz konusu olduğunda, birçok farklı anlama gelebilir. Bu yazıda, güncel politik meselelerde devletin -yüzeyseli ve deriniyle- karşımıza nasıl çıktığını tartışacağız. Ayrıca bu "rastlaşmalarda" Türkiye solunun konumunu ele alacağız.


Devlet ve hükümet

Zafer Partili trollerin sosyal medyada sayıklayıp durduğu bir hezeyandır:


“Devlet ayrı, hükümet ayrı!”


Bunun eğrisi doğrusu bir tarafa, Türkiye solunun önemli bir kısmını da etki alanı içine alan “Anti-AKP” siyasetinin sebep olduğu birtakım bozukluklardan bahsedilebilir. Bu siyasetin doğal çıktısı, kötü olan her şeyi 20 küsür yıllık AKP iktidarıyla açıklamak. Bu siyaset tarzı, AKP’ye kendinden menkul bir iktidar olarak yaklaşıyor ve Türkiye’nin bir devlet olarak yönelimleri bir kenara bırakılarak her türlü gündemde AKP’nin iç siyasete dair güttüğü amaç aranıyor. Örneğin, AKP “Kürt meselesinde çözüm” diyorsa bu, kesinlikle Erdoğan’ın bir sefer daha cumhurbaşkanı seçilmek istemesindendir; çözüm yerine savaş tercih edildiğindeyse, örneğin, Şimşek’in kemer sıkma programının halkta yarattığı öfkeyi dizginlemek için gündem değiştiriliyordur.


Bu öyle bir hâle geliyor ki, kimi zaman, Türkiye tamamen bağımlı bir ülke sayıldığından, Türkiye kapitalizminin kendine ait bir ajandası olabileceği ya da Orta Doğu’ya dair “emperyal” amaçlar güdebileceği, tartışmanın bir gündemi olmuyor. Bu durumda bütün kabahat, somut siyasi müdahale araçları ne olduğu belli olmayan hükümette, sermayeyede ve bulutların arasında bir yerde duran emperyalizmde bulunuyor.


Öyle sanıyoruz ki "Anti-AKP Cephesi" siyasetinin bünyemizde yarattığı en büyük tahribat da bizden vizyonumuzu  çalmasıdır.


Oysa siyaset yapan her özne, yönetmeye aday olduğu ülke adına bir vizyon ortaya koymak zorundadır. Salt bir şeyin karşıtı olarak var olmaya çalışmak, karşı olunan şeyin varlığını gerekli kılar. Salt karşı olunan şeyle var olabilmek ise canlı bir konak olmadan yaşamını sürdürememeye, yani bir asalak gibi yaşamaya benzer. Türkiye solunun sıkışmışlığı, bu tip “asalak” siyasi eğilimleri de ortaya çıkartabilir, çünkü alternatif bir siyaset üretmeden yalnızca AKP karşısında “istemezük” diyerek konum almak, AKP’yi esas belirleyen olarak kabul etmekle eş değer.


Mesela

AKP, henüz iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştığı dönemlerde; Orta Doğu'da daha aktif bir siyaset izleyeceğinden, Kürt meselesini çözeceğinden, demokrasinin önündeki engelleri kaldıracağından söz ediyordu. Bunlar öyle boş vaatlerden ibaret de değildi; çünkü iktidar, kendince bunun teorisini yapmıştı: İslamcılık ve Neo-Osmanlıcık politikası.


Yani AKP, "Yeni Dünya Düzeni" çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin geleceğini tayin edecek bir vizyon sunmaya gayret ediyordu.


Emperyalist çevreler razıydı; çünkü AKP Orta Doğu'da "değişen dengelerde" emperyalizm lehine rol alacak "yüklenici firma" olmayı vadediyordu. Sermaye razıydı; çünkü AKP Orta Doğu'da, sermaye için aslan payına "çökmeyi" vadediyordu. Kürtler, haklı olarak, razıydı; çünkü AKP savaşı bitirmekten ve Kürtlere statü vermekten söz ediyordu. Mütedeyyin kesimler razıydı; çünkü AKP "askerî vesayetle hesaplaşmaktan" söz ediyordu.


Uzun lafın kısası, Türkiye toplumun (dilerseniz sivil toplum diye okuyun) ekseriyeti, AKP'den razıydı. Peki toplumun bu kadar razı olduğu -nitekim teveccühünü sandıkta gani gani gösterdiği- bir iktidardan, "burjuva devleti" neden rahatsız olsundu? Sermayeden, toplumdan, emperyalizmden, ordudan ve bürokrasiden bağımsız bir devlet yok elbette. Ancak Ergenekon Davaları sürecinde görüldü ki kendini devletin meşru sahibi olarak gören klik, düzmece davalardan korunacak kadar meşruiyet üretemedi.


Peki, bütün bunlar olurken sol, hiçbir şey yapmadı mı?


Kendimize haksızlık etmeyelim. Kampüslerde direndik, özelleştirilmelere karşı direndik, Gezi Parkı yıkılmasın diye direndik, direndik de direndik! Ama, ne  yazık ki, taarruz etme şevki yaratacak bir vizyon ortaya koyamadık. Oysa biz Marksistler, bütünlüklü teoriler üretmekte mahir olmakla övünürüz. Fakat öyle görünüyor ki, aradan geçen onca yıla rağmen, ana muhalefet partisinden etkili muhalefet beklemekten, bu olmadığında da onu topluma şikâyet etmekten fazlası yapılamadı. Neden? Çünkü AKP'yi istemiyoruz; AKP gidince, bu “beceriksiz” hükümetin yerine, sınıfsal pozisyonları netleştirecek, "muasır medeniyetler seviyesinde" bir burjuva hükümeti gelecek ve sola açılacak alanda ana muhalefet solculardan sorulacak! En azından umutlar bu yönde.


Adıyla çağırma, gelir

AKP'ye fazla odaklanmanın bir başka sonucu olarak devlet, tekinsiz bir gizemli nesneye dönüşüyor. Hâl böyle olunca da devletin içinde dönen Ali Cengiz oyunlarına kafa yoruluyor:


"Güvenlik bürokrasisine kim hâkim? MİT'teki klikler neci? MHP'nin hangi kurumlar üzerinde ağırlığı var?"


Kafamızda bir çeşit Kurtlar Vadisi senaryosu tekrar tekrar dönüp duruyor. Devletten içre bir devlet ortaya çıkıyor.


En çok da sözüm ona muhalif gazeteciler bayılıyor devletin bu türbülanslı hâline. Günün herhangi bir saatinde televizyonda, -bilhassa Halk TV'de- devlet içindeki çatışmalara dair Oscarlık Hollywood senaryolarına taş çıkartan hikâyelere rastlamak mümkün. Zaten kendisi ve sevdikleri adına epey kaygılı olan insanlar, bunlara maruz kaldıkça "gücünün asla yetmeyeceği, son derece organize, eli kolu her yere uzanan" devlet aygıtı karşısında çaresiz hissediyor, böylesine organize bir kötülük ağı tarafından kuşatılmış olmaktan en fazla tiksinebiliyor.


Oysa ortada pek de korkunç bir şey yok.


Yukarıda AKP'nin iktidara geldiği ilk yıllarda henüz "çalışan" bir vizyonu olduğu için rıza üretebildiğinden söz etmiştik.


Fakat köprünün altından çok sular aktı. Aradan geçen yıllarda AKP'nin Orta Doğu vizyonu çöktü. Ne Esad gitti ne İhvancılar Mısır'da iktidarını koruyabildi ne de  Kürt sorunu çözülebildi. Öte yandan, ülkede çok ciddi bir ekonomik kriz ve enflasyon, ciddi bir mülteci nüfusu, yükselen yeni faşist hareketler ve ciddi bir demokrasi sorunu var. Yani anlayacağınız, var oğlu var! Hâliyle, burjuva toplumu ve burjuva devleti rahatsız! AKP, 2015'ten sonra koluna taktığı MHP ile beraber yeniden rıza üretebilecekleri bir vizyon sunma gayreti içerisinde, hepsi bu. Mevcut iktidar bloğu bu işi beceremedikçe, devlet içindeki türbülans artıyor, "rejim krizi" derinleşiyor. Yani bütün o büyük giz, "beka sorunu" dedikleri şeyden ibaret.


Buraya kadar söylenenlerin, "derin devlet diye bir şey yoktur" manasına geldiği zannedilmesin. Derinlerde bir devlet varsa bile ancak bir “kapitalist devlet aygıtı” olarak Türkiye'nin “bekasına” uzanan yolu temizleyecek işler yapması mümkündür. Tekrar vurgulayacak olursak, bugün Türkiye'nin "bekasının" nerede olduğuna dair ümitvar bir tez söz konusu değildir. Hâliyle devletin derinlerdeki kısmının “operasyonları”, bilhassa halk nezdinde,  hiç de umduğu gibi sonuçlara yol açmayabilir. Bu sebeple, “derin” meselelerle suyu bulandırmanın lüzumu yok.


“Sonuç yerine”

Haklı bir solcu eleştirisidir: “O kadar eleştirdin, tespit yaptın. Peki ne öneriyorsun?”


Öncelikle, sosyalistler için kafayı devlet içindeki komplolarla bozmak yahut devlet içindeki herhangi bir klikle flörtöz bir ilişki içerisine girmek söz konusu olamaz. Sosyalistlerin devlete bir vizyon sunması da olanaklı değil. Devlet dediğimiz şey, yukarıda da tartıştığımız üzere, bir “ilişkiler yumağı” olduğundan, bütün bu ilişkileri içerebilmek adına bir “göreli özerkliğe” sahip olmak zorundadır. Sosyalistler, ancak bu göreli özerkliğe yaslanarak siyaset ayağına yüklenebilirler.


“Siyaset ayağına yüklenmek ne demek?” sorusuna, “işçilerin bir sınıf olarak siyasete katılmasını sağlamak ve işçi sınıfının menfaatiyle toplumun geniş kesimlerinin menfaatinin buluştuğu politikalar üzerine odaklanmak” cevabı verilebilir. Bunun için hepimizin dersine iyi çalışması elzemdir. Söz gelimi, Kürt meselesinde “anca sosyalizmle çözülür”, gibi bir ertelemeye girişmeden, meselenin bizim anlattığımız şekliyle kitlelere mal olması için çabalamalıyız. Bu çabanın sonuç vermesini istiyorsak da Kürt ulusunun tarihine, sosyal durumuna, Türkiye ile ilişkisine vs. ciddiyetle eğilmemiz şart. Pek mahir olduğumuzu iddia ettiğimiz bütünlüklü teoriler üretmenin yolu da buradan, yani dersimize iyi çalışmaktan geçiyor. Çünkü ekmek 50 lira oldu diye kimse zor yoluyla iktidarı devirmeye ikna olmaz. Ancak, ekmeğin pahalı oluşuyla Kürt sorununun varlığı arasındaki ilişkiyi açıklayabilen yeni bir iktidar perspektifi, kitlelere mal olursa bu mümkün, muhtemel hâle gelebilir.


Saldırmak, motive edicidir, insanları bir araya gelmeye teşvik eder. Kaçmak ise bireyseldir; kişi kendini güvende hissettiği alana kadar kaçmayı sürdürür. Epey zamandır kaçıyoruz, uğruna saldırmayı göze alacağımız bir hedefe ihtiyacımız var.


Eğer "takım oyunu" oynamak  istiyorsak, Türkiye solunun, sadece gol atmayı değil asist yapmayı da düşünen bir örgüte muhtaç olduğunu kabul etmek gerekiyor.


Varlığımız Türkiye devrimci hareketine armağan olsun!

bottom of page