Solda uzun yıllardır Türkiye’de Cumhuriyet’in tarihsel önemi ve onun devrimciliği üzerine özellikle 29 Ekimlerde kısır bir tartışma yapılıyor. Cumhuriyet tartışmalarında herkesin bildiği tarihsel gerçeklerin onu olumlamak ya da reddetmek adına dayanak yapıldığı bu kısır tartışmalarda esas dikkatimizi çekmesi gereken, bu tartışmaların aslında tarihe bakış ile değil güncel siyasetle ilişkili olması. Bu tartışmalar, Türkiye’nin bugününe, devrimci hareketin nasıl bir stratejiyle yol yürümesi gerektiğine dönük çıktılar veriyor. O yüzden solda alınan pozisyonların anlamına çubuk bükmek, hem devrimci öznenin stratejisini oluşturmasına fayda sağlayacaktır hem de solda yeni bir tasnif için yol gösterici olacaktır.
Bu yazıda da cumhuriyet tartışmasını, bir hedef olarak iktidara ya da faşist yükselişe karşı yapılan siyasi tercihler bağlamında ele almaya çalışacağım. Bu bağlamda, Türkiye’de olduğu gibi Batı’da da solun tuttuğu düzen içi bir pozisyonun meşrulaştırılması için burjuva demokratik değerlerin neredeyse kutsanmasına da değinecek ve Türkiye’de sosyalist hareketin hatrı sayılır bir kesiminin buna benzer bir pozisyon aldığını ve devrimci bir hattan uzaklaştığını tartışacağım.
Avrupa’da yükselen faşist hareketler, cumhuriyetçi cepheler
Avrupa’da yaklaşık on yıldır yükselen neofaşizm, hâliyle bu tehdide karşı nasıl mücadele edileceği sorusunu da beraberinde getirdi. Buna verilen cevap, merkez siyasetleri de kapsayan ve güç dengesi gözetildiğinde kaçınılmaz olarak onların hegemonyasında kurulan birleşik cephe formülü oldu. Bunun önemli bir nedeni, merkezci siyasetlerin kendileri kazanamazsa faşistlerin iktidara geleceğini söyledikleri bir korkutma politikasıydı. Yani bu siyasetler, solu da kısmen kapsayacak şekilde toplumu kendisine mahkûm etti. Almanya’da CDU ve SPD, iki büyük merkez parti olarak bu rolü oynarlarken Fransa’da Macron’da cisimleşen aynı yönelim, “iki aşırı uca karşı” güvence olarak kendisini ortaya koydu.
Hollanda gibi başka ülkeleri de katabileceğimiz bu örneklerde, Fransa haricinde “cumhuriyetçilik”, bir cephenin birincil kimliği olarak ön plana çıkmıyor olsa da bu ülkelerdeki cephe örnekleri, statükonun yeni faşist hareketler tarafından tehdit ediliyor olmasından hareketle, temelde burjuva demokratik değerlerin ötesine geçmeyen bir noktada duruyor. Yani faşist tehdide karşı savunulan, cumhuriyetin ya da burjuva demokratik toplumun kendisi.
Bu önlem, solun düzen dışı bir seçenek olarak üçüncü bir yolu topluma sunmasına engel oluyor. Peki fedakârlık olarak da görülebilecek bu tutum amacına ulaşıyor mu? Bu soruya olumlu yanıt vermek de pek mümkün görünmüyor. Faşizmin kesintili ama istikrarlı yükselişi, düzen içi öznelerin hegemonyasında kurulan ortak cephelere rağmen devam ediyor. Karşısında kazanılan sözde zaferlerden sonra her seçimde örneğin Almanya’da AfD büyüyor ve eyaletler kazanıyor, Hollanda’da Geert Wilders başbakanlıktan vazgeçmiş olsa da Hollanda’yı sarsarak seçim zaferi elde ediyor, Fransa’da aşırı sağcılar kendisi dışındaki iki odak olan halk cephesi ve Macron ittifakı ile neredeyse kafa kafaya bir duruma geliyor. Dünya kapitalizminin lideri konumunda bulunan ABD’de ise Donald Trump, Joe Biden’a karşı yenilmesinin ardından Trumpizm’in yaşamaya devam ettiği tespitlerini haklı çıkarırcasına yarışın içine belki de kazanacak şekilde yeniden dahil oluyor.
Hâl böyleyken, faşizmin gerilemesi için sosyal ya da liberal demokratlara destek verilmesi gerektiğini söyleyen tezler seneler içinde defaatle yanlışlandı. Çünkü bu doğrultuyla girilen her seçimde, eğer faşistlerin kazanması önlenmişse, tabanda kendisini gösteren faşist tepkilerin sebebi olan hükümetler, görevlerine aynı çerçevede devam ediyor. Bir küçük not eklemek gerekir, Fransa’da son seçimlerde faşistler iktidara geldi gelecek durumdayken Macroncu ittifaktan ayrı bir irade ile kurulan ve topluma alternatif bir program sunan Yeni Halk Cephesi’nin başarısı, faşist yükselişe karşı verilecek mücadelenin öncülüğünü kimin yapması gerektiğini gösteriyor. Ne var ki bu cephenin dahi nefesi ancak seçimlerde hedefine ulaşmaya yetmiş, ancak sonrasında en uzlaşmaz bileşen olan Boyun Eğmeyen Fransa’nın marjinalleştirilmesine karşı bir tepki ortaya koyamamıştır.
Türkiye’de cumhuriyetçilik ve AKP karşıtlığı
Türkiye’de cephe tartışmalarının odak noktasını oluşturan AKP karşıtlığı, sosyalist solun bir bölümünde “Cumhuriyet’e sahip çıkmak” ile anlamlandırılıyor. Öyle bir raddeye geliniyor ki, 29 Ekimlerde “esir alınan Cumhuriyet”e ağıtlar yakılıp 1923’ün iradesi “Yaşasın” denilerek sahipleniliyor; 22 yıllık AKP iktidarı yalnızca tarikatlar ve holdinglerle açıklanıyor; bu durumda ise hem sosyalistlerin devletle kurdukları hem de toplumla kuracakları ilişki sorunlu hâle geliyor. Sınıfların yerine, onları silikleştirecek bir biçimde “ilerici halk yığınlarını” koyan bir anlayış ise tıpkı yukarıda verdiğimiz Batılı örnekleri gibi düzen içi muhalefet ile ister istemez kaynaşıyor.
Bu durumun devletle kurulan ilişkiyi sorunlu hâle getirdiği ifadesi, aslında günümüzde AKP-MHP iktidarının güncel manevralarına göre konum alan sol siyasetin, iktidarın ardındaki -bir geçmişi de olan- devlet mekanizmasını giderek görmezden gelmesini tarif ediyor. Devlet iktidarının tümüyle işçi sınıfının eline geçirilmesi hedefi, yerini düzenin ana muhalefeti olma ana hedefine bırakıyor. Böylelikle, “Cumhuriyet’in kazanımlarını” tasfiye eden iktidara karşı mücadele, devlete itibarını ve ulusa gururunu geri verecek bir restorasyon talebine dönüşüyor. Bu talep, ilgili özneler ne derlerse desinler, kendisini 29 Ekimlerde yapılan Cumhuriyet güzellemelerinde ele veriyor. AKP-MHP iktidarını, 1923’ün dolaysız bir sonucu olarak görmek elbette fazlasıyla indirgemeci olacaktır; ancak Cumhuriyet tarihi boyunca kendisini aralıksız var eden antikomünizm ve ulusal inkârcılık, herhalde mevcut iktidarın kullandığı devlet gücünün bir tarihi olduğunu bize hatırlatıyor.
Bu yaklaşım, devrimci iddialara sahip olan öznelerin toplumla kurdukları ya da kuracakları ilişkiyi de sorunlu hâle getiriyor, çünkü giderek sınıfsal aidiyetleri silikleştiren bir ilerici-gerici ikiliği üzerinden geliştirilen siyaset, işçi sınıfının farklı kesimlerinin arasına kültürel bariyerler örerek onları birbirinden uzaklaştırıyor. İşçi sınıfının birliğini tekil eylemlerle değil, stratejik bir bütünlük içinde sağlamayı başaramayan bu anlayış, günün sonunda sınıfın ancak belirli bir kesimine seslenebiliyor. Ayrıca, bu siyaset tarzı, kitlelerle bağ kurmak adına yöneldiği cumhuriyetçi eğilimi, dönüştürücü bir politikaya evriltemiyor, belirli bir kitleselliğe ulaşsa dahi onların bilinçlerini radikal bir biçimde dönüştüremiyor. Dönüştürücü etkisini yitiren siyaset, kendisi dönüşüyor ve iktidar hedefleri yerini görece gelişkin bir burjuva demokrasisine duyulan özleme bırakıyor. Yani Cumhuriyet’in, “cumhuriyetçi kesimlere sırtımızı dönemeyeceğimiz için”, onun önderleriyle kendi hareketimizi özdeşleştirecek kadar değer verilerek savunulması; giderek devrimciliğin törpülenmesiyle sonuçlanıyor.
Öte yandan, cumhuriyetçiliği kendi belirleyici kimliği yapmaya vardıranlar, bunu hem çok daha sistematik bir propaganda ile besliyor hem de sosyalist solda tahribat yaratacak bir ağırlığı oluşturuyor. Bu hattı tutanlar, sosyalizm mücadelesini Cumhuriyet’in savunulmasına, sosyalist iktidarı ise Cumhuriyet’ten patronların çıkarılmasına indirgiyor ve dolayısıyla devlet aygıtının parçalanması hedefinden vazgeçmiş oluyor. Çünkü bu anlayışa göre NATO, tarikat ağı, toplumun gericileştirilmesi, işçi sınıfına dönük saldırılar vs. sınıfsal bir karakteri olan devletin, kuruluşundan bu yana yaptığı bilinçli tercihlerle ortaya çıkarttığı sonuçlar değil; işbirlikçi hükümetlerin ve devletle değil, hükümetlerle(!) bağı olan holdinglerin suçu oluveriyor. Aynı zamanda bu kutsallaştırılan Cumhuriyet savunusu, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı devletin eylemlerini meşrulaştıracak bir zemini soldan doğru üretiyor; devrimci cenahtan Cumhuriyet’e karşı yapılan ilerici eleştiriler dahi, özellikle ya gerici ya da Amerikancı denilerek çöpe atılıyor. Bunun dolaysız sonucu ise şovenizmin solda da kendisine yer bulabilmesi oluyor.
Sosyalist harekette yeniden yapılanma ihtiyacı
Yazının ilk bölümünde bahsedilen Avrupa’daki örneklere benzer şekilde, Türkiye’de AKP-MHP iktidarına karşı mücadelede öncülüğü düzen içi muhalefete teslim eden bir sol eğilim ortaya çıktı. Bu noktada, seçim odaklı düşünerek toplumdaki genel eğilime eklemlenen bir anlayışın yanında, daha sekter görünen ve yine "cumhuriyetçi kesimlere" seslenirken burjuva muhalefetin hiçbir kesimiyle diyalog dahi kurmamakla övünenlerin de bu kümeye dahil olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü burjuva muhalefetin önünün açılması, yalnızca ortak cephenin en güçlü öznesi olan sosyal demokratların desteklenmesi ile değil; aynı zamanda bu cepheden kendisini ayrıştıranların sadece reddiye üzerine kurulu siyasetleriyle de mümkün oldu. Üstelik bunu yaparlarken egemen ideolojik motifleri sözde radikal söylemlerle yalnızca yeniden ürettiler.
Oluşan bu durumun temel ideolojik girdisi cumhuriyetçilik oldu. Sosyalist solun bir kesiminin devletle ve toplumla kurduğu ilişkiyi düzen içi bir kanaldan düzenleyen bu düşünce, devrimci bir cumhuriyeti gelecekte değil geçmişte arayan; geleceği ise ancak geçmişin geliştirilmiş bir restorasyonundan ibaret gören bir bakışı bir kesimde hâkim kıldı. Bu tahribat, günümüzde karşısında mücadele edilmesi gereken bir eğilimi oluşturuyor. Yukarıda bahsedildiği gibi, AKP-MHP iktidarının hamleleri, ardındaki devlet mekanizmasıyla değil, yalnızca bir odağın gerici ajandasıyla yorumlanabiliyor; bu iktidara karşı verilecek mücadelenin konusu çürümüş bir devleti yıkmak değil, “cumhuriyeti işgalden kurtarmak” oluyor. Bu mücadelenin taşıyıcısı olması gereken, çoğunluğu işçi sınıfına mensup olan toplumun demokratik özlemlerini devrimci bir hatta örgütleyecek bir devrimci odağın ortaya çıkartılması hedefi ikinci plana atılıp, “önce şu bir gitsin de” denilerek düzen muhalefetine fiilen koşulsuz destek sağlanıyor.
Uygulanan strateji her ne kadar gerçekçi görünse de, ilk bölümde kısaca değinilen Avrupa’daki örnekler, sosyal ya da liberal demokratların iktidarını sağlamanın toplumun sağcılaşmasının önüne geçemediğini ve yeni faşist diye nitelenebilecek partilerin sürekli sıçrama yaptığını gösteriyor. Türkiye’de de giderek daha sağcı bir toplum yapısı ve bunu temsil eden siyasi partiler, günlük hayatımızın bir parçası hâline geliyor. Gericiliğe karşı mücadele verilecekse, burada sosyalistler kendilerini ayrı bir seçenek olarak ortaya koymanın yollarını bulmak zorunda. Düzen içi kazanımların, hem sosyalist hareket hem de emekçi halk kesimleri için anlamlı birer mevzi hâline gelebilmesi, ancak bu şekilde mümkün.
Bu yazıda Cumhuriyet’i ve bir cephenin ideolojik motifi olarak cumhuriyetçiliği tartışırken elbette cumhuriyete düşman olmamız gerektiği kastedilmiyor. Cumhuriyet’in neticede bir tarihsel ilerleme olduğunu, günümüzde Türkiye’de bir çete ve tarikat sorunu olduğunu, AKP-MHP iktidarına karşı ortak mücadelenin yükseltilmesi gerektiğini ve daha fazlasını söyleyebiliriz; ancak sosyalist bir partinin liderinin, Cumhuriyet’i Kemalist bir gençten farksız görsel paylaşımlarla selamlamasına karşı da bir set çekilmeli. Çünkü bu, tarihe bakışla ilgili bir tartışmayı aşıp güncel bir tahribata sebep oluyor.
Sosyalist siyasetin Cumhuriyet tartışması, sonuç olarak günümüzde yapılan siyasi tercihlerle doğrudan ilişkili olduğu için değerli. Güncelde yapılan tercihler, bu tercihleri meşrulaştıracak bir tarih anlatısını da oluşturuyor ya da uygun bir anlatının kabul edilmesine sebep oluyor. Bu sebeple, tartışmanın Cumhuriyet’in sahiplenilmesine ya da sahiplenilmemesine, onun ileriliğine ya da geriliğine değil; bugün cumhuriyetçiliğin gerçekten dönüştürücü bir işlevi olup olmadığına odaklanması önemli. Güncel bir tartışmayı belirleyecek olan ise 1923’e nasıl bakıldığı değil, devrimci stratejinin gereklilikleri olmalıdır. Çünkü tarih okuması, belirlenen bir stratejik hattın ihtiyaçları doğrultusunda yapılıyor. Bundan dolayı, her 29 Ekim’de tekrar eden kısır tarih tartışmalarını aşıp Türkiye’de devleti ve iktidarı, işçi sınıfını ve toplumsal mücadeleleri doğru şekilde analiz etmek ve halkları işçi sınıfının öncülüğünde ortaklaştıracak bir mücadele hattının nasıl örüleceğini tartışmak, sosyalist hareketin ihtiyaç duyduğu yeniden yapılanmanın zeminini oluşturacaktır.
Cumhuriyetçilik çıkacaksa, buradan çıkacaktır. Ancak, çıksa bile, buradan çıkacak cumhuriyetçilik, ayağını geçmişe değil, geleceğin eşitlikçi toplumuna basacaktır.