Türkiye, 2024 Paris Olimpiyatları’nda "evine mutlu dönemeyen ülkeler" arasında yerini aldı. Başarısızlıkların sebebi elbette pek çok faktörle açıklanabilir fakat bu yazının amacı, tüm faktörlerin birleştiği zemini tartışmak olacak. İlgili bakanlığın ve onun alt kurumlarının verimsiz spor politikalarındaki ısrarı, bir yaklaşımla ilgili. Bu yaklaşımın ekonomik ve politik gerekçeleriyle birlikte tanımlanması, yeni bir yaklaşımı inşa etmeye nereden başlayacağımızı belirlemek adına hayati önem arz ediyor.
Kübalı "amatör sporcular"
Sportif başarı sıralamasında en üstte yer alan ülkelerin spor politikalarını nasıl belirlediklerini analiz edeceğimiz bu ilk adımda bizi şaşırtıcı bir istatistik karşılıyor. Nüfusa oranla kazanılan olimpiyat madalyası sıralamasında birinci sırada olan ülke Küba. ABD emperyalizminin ablukasına ve ağır bir ambargoya rağmen nasıl oluyor da 11 milyonluk nüfusuyla madalya sıralamasında birincilik yıllardır sosyalizmle yönetilen Küba’da? Sporu toplumsal fayda sağlama aracı olarak kurumsallaştıran Küba, 1959’da gerçekleşen devrimden iki sene sonra ülkede rekabete dayalı sporu yasakladı ve bu kural hâlâ geçerli. Hâl böyleyken, sıradaki adımda liberallerin göz bebeği "başarıyı ancak rekabetle sağlayabiliriz" hipotezinin de meşruluğunu tartışmamız gerekiyor.
Amerikalılar bu tartışmadan kaçınmak adına sıklıkla Küba’daki sporun amatörce işletildiğini vurguluyorlar. Rekabetten yoksun bir gelişim görmek, algılarını hayli zorluyor. Bu anlayışa karşı Kübalı beyzbol menajeri Higinio Velez, Küba’daki sporu amatör spor üretimleri olarak değerlendiren Amerikalı gazetecilerden birine şu cevabı veriyor:
"Amatörler mi? Sanırım oyuncularımızın [Amerika’da oynayan beyzbol yıldızları] Pujols veya Soriano kadar kazanmadıklarını söylüyorsunuz. Ancak bu standardınıza göre, ülkenizdeki öğretmenlerin ve üniversite profesörlerinin de amatör olduğunu söylemeye hazır oluyorsunuz. Onlar da en iyi profesyonel sporcular veya film yıldızları ile aynı parayı kazanmıyorlar, değil mi? Hayır, hayır. Bizim oyuncularımız gerçekten de profesyonel."
Türkiye'nin sorunu imkânsızlık mı yoksa kapitalist yaklaşım mı?
Elbette Türkiye’nin sermaye gücü ne ABD ne de Avrupa ülkelerindeki kadar yüksek. ABD ile yarışmakta zorlanması normal karşılanabilecek Türkiye, spora yaklaşımıyla kendisinden çok daha kısıtlı imkânlara sahip ülkelere göre de başarısız kalıyor. Peki ama nasıl oluyor da Türkiye altın madalya kazanan sporculara 1000, gümüş madalya kazananlara 600, bronz madalya kazananlara ise 300 Cumhuriyet altını verirken sosyalist Küba’nın çok gerisinde kalıyor?
Cevap, altyapı koşullarında saklı. Şartlar hiç de anlatıldığı gibi tozpembe değil. Kalifiye spor eğitimine ulaşma yarışında varlıklı ailelerin çocuklarıyla yoksul ailelerin çocukları arasındaki rekabette ikinci kümenin büyük dezavantajlara mahkûm bırakıldığı su götürmez bir gerçek. Atletizm, jimnastik, kano ya da dövüş sporları gibi kısıtlı sayıda izleyiciye sahip branşlarda ise profesyonel olabilmiş sporcular arasında dahi ikinci bir "mesleği" olmayanların sayısı çok az. Birçok profesyonel atlet, millî takım adına yarışmasına rağmen ücretli spor okullarında bilgi ve tecrübelerini satarak ücret karşılığında çalışmak zorunda kalıyor. Bu okullara ise istenilen aidatı ödeyebilecek maddi güce sahip ailelerin çocukları gidiyor. Yani madalya kazanana para verilse de madalya kazanacak potansiyelde sporcuları destekleyecek yapı, Küba’da çok daha gelişkin durumda. Çocuğunun başarılı bir sporcu olup sınıf atlamasını isteyen ailelerin önce bu yolda büyük paralar harcaması, harcayamayanlarınsa kenara çekilmesi gerekiyor.
Kendimizi emperyalist ülkelerle kıyaslayarak sorunlarımızı çözmeye çalıştığımızda -ki uzun yıllardır yapılan bu- kaçınılmaz olarak "bütçe" sorununu temel sebep olarak görüyoruz. Bu "imkânsızlık" karşısında öfkelensek dahi o öfkeyi verimli kullanamıyoruz zira mevcut yaklaşımla devam edilirse harcanması gereken paralar boyumuzu aşıyor.
Spora desteğin de en iyisini biz biliriz!
Türkiye’nin spor politikalarını bizden daha iyi sporcu yetiştirebilen ABD ve Küba gibi birbirine zıt iki örneği referans alarak incelediğimizde, altyapı sorunundan tesadüften öteye gitmeyen başarılara kadar saptayabileceğimiz tüm aksaklıkların, mevcut iktidar sisteminin içinde bilinçli tercih edilmiş politikalar sonucunda oluştuğunu görebiliyoruz.
Biraz daha somutlamak adına olimpiyatlar devam ederken Erdoğan’ın Başakşehir Futbol Akademisi açılışında yaptığı konuşmaya bakalım:
"İl ve ilçe düzeyinde 277 olan stat sayımızı 346'ya yükselttik. 2002 yılında Türkiye genelinde 595 futbol sahası varken, biz bunu 2,5 kat artışla bin 365'e çıkardık Aynı şekilde 372 olan spor salonu sayısı neredeyse 3 kat artışla 904'e yükseldi. (...) Cumhuriyet tarihimiz boyunca futbol dâhil sporun tüm dallarına en büyük yatırımı yapan, en güçlü desteği veren iktidar açık ara bizim iktidarımızdır."
Bu bilgilerden ilki doğru olsa da ikincisi yanlış. AKP iktidara gelmeden önceki dört olimpiyatta, olimpiyat oyunlarına katılan sporcuların %11’i madalya kazanırken AKP iktidarıyla birlikte bu oran %7’ye, kazanılan altın madalya oranıysa %5,7’den %1’1’e gerilemiş durumda. Spor tesislerinde ise sayıca büyük bir artış var.
Spor politikaları iktidarın etki alanını genişletmek için kullanılıyor
Zaten iyi olmayan olimpiyat madalyası oranı gerilemesine rağmen Erdoğan’ın bunun zıttını iddaa etmesinin sebebi, yapılan tesis harcamalarını meşru gösterme çabası gibi duruyor. AKP, Gezi’den sonra sosyal medya trollerini ve amatör yayıncıları fonlamaya başladı. 2019 yerel seçimlerini kaybedip gençlere ulaştığı belediyelere ait spor tesislerindeki hâkimiyetini yitirince, genç yurttaşlar üzerindeki siyasi etkisini sürdürebilmek adına bu alana ayırdığı bütçeyi artırdı. Esas çareyi ise muhalif yayın kuruluşlarının fonlarını engelleyip internet aracılığıyla oluşturulan siyasi atmosferin tamamının İletişim Başkanlığı’nın kontrolünde kalabilmesi için TBMM’ye kanun teklifleri götürüp muhalif basını kriminalize etmekte buldu.
Spor politikalarının sportif başarı ve toplumsal yaşama katkı dışında amaçlar gütmesinin bir başka bir başka örneği olarak, büyük spor kulüplerinin tamamının egemen sınıfa ait kişilerce yönetiliyor olmasını da gösterebiliriz. Sıklıkla lümpen kavgalara sahne olan ve ekonomik kaygılarla yükselen toplumsal tansiyonu düşürme aracı olarak kullanılan spor, özellikle de futbol, tesadüfi başarılardan fazlasını asla vadedemiyor. Hemen her spor branşında, AKP’nin kadrolaşma çabasının bir ürünü olarak, başkanları iktidar tarafından belirlenip yarı özerk statülerini kaybeden federasyonlar mevcut. Böylesi bir spor politikasının başarılı sporcu yetiştirecek bir planlama yapması ise olanaksız.
Küba sporu ambargo altında
Tekrar odağımıza Küba ve ABD arasındaki gerilimi alarak toparlamak faydalı olacaktır. Küba’nın altın madalya oranı sıralamasındaki liderliği, dünyanın en iyi spor politikasını ürettikleri anlamına gelmiyor olsa da bu, alternatif bir model olarak değer kazanıyor. Trump önderliğinde ABD senatosu, bu modeli boğmaya çalıştı.
Nisan 2018 ile Mart 2019 yılları arasında Washington'ın Küba'nın spor endüstrisindeki ekonomik ablukasının sonuçları, önceki bir yıllık döneme göre on kat artmış durumda. Ambargonun içeriğini özetlemek gerekirse; Kübalı sporcuların Louisville, Wilson, Xbat, Rawlings ve Easton gibi Amerikan markalarına doğrudan erişimi yasaklanmış, birkaç uluslararası spor dalında kullanımı elzem olan ürünlere ulaşımı da durdurulmuş durumda. Sporcular, bu ürünlerin temini için ticarete üçüncü bir ülkede dahil olduğundaysa maliyet %30 ila %50 arasında artıyor. Örnek olarak; Rawlings marka beyzbol eldivenlerinin 5.293,80 USD ek ücretle alınmak zorunda olduğu belgelenmiş. Kübalı boksörlerse ABD yaptırım uyarısı sebebiyle vize alamadıkları için Buenos Aires Gençlik Olimpiyat Oyunları'nın elemelerine katılamadılar.
Ambargo listesi daha da kabarık olsa da bu örnekler bile durumu anlatmak için yeterli. ABD, bu ambargoyla Küba’yı spor alanında da boğarak sporda başarı kazanmanın tek yolunun bencilce bir rekabet olduğunu, bunun alternatifinin ise olmadığını kanıtlamak istiyor.
Herkesin spor yapabilmesini sağlayan sosyalist devrim
Küba’nın spor politikaları, bireylerin toplumsal dayanışmaya katkı sağladıklarını hissettiklerinde daha verimli ve üretken olduğunu göz önünde tutuyor. Bu politikaların endüstriyel sporu nasıl geride bıraktığını başka bir yazıda tartışacağız.
Kapitalizm, insanı dayanışmadan koparıp her alanda yalnızlaştırırken buna "bireyleşme" ve "özgürleşme" diyor. Şimdilik, bunun bize yutturulmaya çalışılan bir zokadan ibaret olduğunu hatırlatmakla yetinip ekleyelim: Spor, egemenlerin işine ne kadar yarıyorsa, yapısı gereği dayanışma pratiklerini de içinde barındırıyor. Bu karakteriyle spor, ancak toplumsal ilişkilerin içinde üretken bireyler olabileceğimiz gerçeğini deneyimleyebilmek adına emekçi sınıflar için hayati bir silah konumunda.
Belki de yeniden kurgulamamız gereken spor politikaları üzerine çalışmaya başlamadan önce ilk olarak beş olimpiyat üst üste altın madalya kazanan tek sporcu olan Kübalı güreşçi Lopez Nunez’e kulak vermeliyiz: "Başarım 'bireysel yetenek' sayesinde değil, herkesin spor yapabilmesini sağlayan sosyalist devrim sayesindedir. Bu sonuç için Başkomutanımıza (Fidel Castro) ve Küba Devrimine teşekkür etmeliyim!"