Komünist parti deneyimlerini çok yönlü olarak inceleyebileceğimiz, 150 yılı aşkın kapsamlı bir tarihsel birikime sahibiz. Ancak, komünist partilerin tarihinde farklı dönemler yer alıyor ve ne yazık ki her yeni örneğin daha ileri bir parti deneyimi sunduğunu söylemek mümkün değil.
Bolşevik Parti ve onun takipçisi olmayı hedefleyen örneklerle kıyaslandığında, tam anlamıyla “parti” olarak nitelendirilemeyecek olan Komünistler Birliği’ni (aksi yönde kimi görüşlere rağmen) ilk komünist parti girişimi olarak kabul edebiliriz. 1847’de kurulan Komünistler Birliği’nden sonraki dönemin rengini ise özellikle Alman sosyal demokrasisinin yükselişi belirlemiştir. “Sosyal demokrasi” kavramı hem terim hem uygulama olarak Paris Komünü sonrası ve Ekim Devrimi öncesi dönemde komünist hareketlere aittir. Şimdi söyleyince tuhaf gelebilir, ancak 1875-1912 arasında Alman sosyal demokrasisi, günümüzde kendisini komünist olarak tanımlayan birçok partiden daha fazla komünist ve işçi sınıfı partisi olma niteliği taşımıştır. Gelgelelim, kendi döneminde dünyanın en büyük sosyalist işçi partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin nasıl olup da emperyalist kapitalist ideolojileri işçi sınıfının içine sokan bir ajana dönüştüğü ve nasıl “dönek”, “oportünist”, “revizyonist” gibi sıfatlar kazandığı, 150 yıllık mirasın en önemli derslerinden biridir.
Ancak bu yazıda odaklanacağımız mesele, bu bağlamda nasıl bir ders çıkarılabileceği değil.
Bu yazının odak noktası, bugünün komünist partisine dair önemli olduğunu düşündüğümüz birkaç başlığın üzerinde durmak olacak. Bu gündemi ele alırken, “parti” üst başlığı altında yer alabilecek her alt başlığa değil; Türkiye’de komünist olma iddiası taşıyan mevcut partilerde eksik bırakıldığını, yitirildiğini, reddedildiğini yahut yanlış ve abartılı biçimde ileri sürüldüğünü düşündüğümüz unsurlara yöneleceğiz.
Bolşevik Parti dönemi ve ardından Komünist Enternasyonal’in belirlediği dünya komünist hareketi; bu partilerin yükselişleri, düşüşleri, yozlaşmaları ve çözülüşleri… Daha çok Orta ve Güney Amerika’da, Asya’da iktidara talip olan komünist gerilla hareketleri; topraksız köylülerin uzun yürüyüşlerine önderlik eden kızıl komünistler; bağımsızlıkçı ulusal kurtuluş mücadelelerinin bayrağını taşıyan komünist ordular; Sovyetler Birliği sonrası anti-Sovyetik yılların ve yeni toplumsal hareketlerin etkisiyle biçimlenen komünist partiler ve nihayet geleneksel komünist parti modelinin belirgin ölçülerde dışına çıkan Syriza, Podemos gibi sol örgütlenmeler günümüzde komünist partiyi tartışırken masaya yatırabileceğimiz, deneyimlerini gözden geçirip kimi durumlarda faydalanabileceğimiz ama hiçbirini bugüne yekpare bir şablon olarak taşıyamayacağımız örneklerdir.
Kapitalizmin son dönemi, son 20 yılı da diyebiliriz, önceki on yılları aşan köklü değişimlerle birlikte yaşandı ve yaşanıyor. Yeni bir kapitalist birikim rejimiyle karşı karşıyayız. Bilgi üretiminin proleterleşme ve kâr maksimizasyonu süreçlerinde merkezî bir rol oynadığı, doğal alanların ve kaynakların geçmişten farklı olarak ileri düzeyde artı değer üreten birer fabrika gibi sömürüldüğü, gelişen bilgi teknolojisiyle birlikte doğa sömürüsünün katmerlendiği, kimlik mücadeleleri ve yeni toplumsal hareketlerin çeşitlendiği, bu dinamiklerin bir kısmının anti-kapitalist nitelikler kazandığı ve kapitalist sistemin kendi mantıksal sınırlarına dayandığı yeni bir evredeyiz.
Aynı şekilde, işçi sınıfının yapısı da önceki dönemlere kıyasla ciddi bir dönüşüm geçirdi. Kol emeğinin üretim sürecindeki rolünün, dijitalleşmeyle ve zihinsel emek sömürüsünün artmasıyla oran olarak gerilediği; işçi sınıfının geniş bir kesiminde en düşük asgari ücretin genel ücrete dönüştürüldüğü; geleceksizliğin, güvencesizliğin, örgütsüzlüğün kalıcılaşmasının sistem tarafından garanti altına alınmaya çalışıldığı ve bu durumda sınıfsal dinamiklerin yeniden ele alınması ve eski mücadele kalıplarının aşılması gereken bir dönemin içindeyiz.
Bugünün komünist partisini tartışırken ya da yeni bir inşa çabasına girişirken, bu faktörlerin öncelikli olarak göz önünde bulundurulması gerekiyor. Elimizde sabit bir şema olmayacak, ancak 150 yılı aşan komünist mücadele birikimimizden yararlanarak yol gösterici ilkeler belirleyip bu doğrultuda ilerleyeceğiz.
Yitirilen: İktidar perspektifi
Marx ve Engels’in eylemden kopuk olduğunu düşünmek ve devrimciliklerini sadece teorik üretimle sınırlı görmek, Marksizmin özünü gözden kaçırmak olurdu. Yaşadıkları dönemde kitle mücadelelerine de aktif olarak katılan bu iki devrimci, böylece fikirlerini pratik süreçler içinde olgunlaştırmışlardı. Hem Marx hem Engels, hâkim olan düşüncelere karşı radikal bir eleştiri ortaya koyuyor, eski ve köhnemiş olana karşı bir kurtuluş yolu tarif ediyordu.
Bununla birlikte, “komünist parti” tartışmaları söz konusu olduğunda Marksizmin kurucularına yöneltilen “örgüt teorileri yok”, “proletarya partisinin işçi sınıfının hareketinden kendiliğinden doğacağını düşünüyorlar”, “parti meselesine yaklaşımları kadercilikle maluldür” gibi eleştiriler çok haksız ve temelsiz sayılamaz.
Onlar, işçi sınıfının dünyayı eşitlikçi biçimde yeniden düzene sokacak bir devrimci potansiyel taşıdığını kuramsal alanda bilimsel ve devrimci boyutlarıyla kanıtladılar. Ancak buna rağmen, bu sürecin gerçekleşmesinin kilit unsurlarından biri olan parti modelini geliştirmek yönünde derinlemesine bir çalışmaya girişmemişlerdi.
Öyleyse bu noktadan sonra, Marksizmi tamamlanmış ve dokunulamaz bir teori ya da eylem olarak görmeyen Lenin’in izinden gitmemiz gerekiyor. Leninizmin, tarihin farklı dönemlerinde ve özgül koşullar altında ortaya çıkan siyasal süreçlere basit bir kalıp olarak uygulanamayacağını biliyoruz. Esas olan Leninizmi günümüz koşullarında yeniden üretebilmektir.
Yine de Leninizmi ayırt edici kılan ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez temel bir ilke var. Leninizm, bir modelden ziyade bir siyaset ve örgüt teorisidir ve toplumsal dönüşümün ön koşulu olarak siyasal iktidarın ele geçirilmesini savunur. İlk Leninist parti olan Bolşevik Parti’nin en belirgin özelliği, sosyalist bir iktidar perspektifine sahip olmasıdır. Tekrar edelim, Leninizm, her şeyden daha çok, siyasal iktidarı fethetme perspektifi ve bu sürecin komünist parti aracılığıyla gerçekleştirilmesine yönelik pratik kılavuzdur.
Şimdi toparlayalım, “iktidar perspektifi” derken öncelikle şunları kastediyoruz:
Birincisi, işçi sınıfının ve yoksul halkların mücadelesini ve çıkarlarını merkeze yerleştirmeden sonuç alınamayacağını bilmek. Devrimci stratejinin temeli, işçi sınıfının ve yoksul kesimlerin talepleriyle şekillenir.
İkincisi, mücadele süreçlerinde kendini dayatan acil sorumluluklar, dönemsel fırsatlar, uzatılan havuçlar ya da gösterilen sopalar ne olursa olsun, güncel mücadele hedefleri ile nihai hedef arasındaki bağı koparmadan, siyasal iktidarı ele geçirme iradesini canlı tutmak. Güncel mücadeleler ile nihai hedef arasında elbette bir ayrım da vardır; bugünün mücadeleleri ve kazanımları belirsiz bir yarına ertelenemez. Ancak, nihai (tarihsel) hedef güncel olan uğruna feda edilmemelidir.
Üçüncüsü, iktidar perspektifine sahip işçi sınıfının komünist örgütünü, toplumsal ve siyasal koşullardan soyutlamadan, politik süreçlerin içinde öncü bir konumda güçlendirmek. Komünist partinin her geri çekilişte ya da sarsıcı dalgada yeniden ileri çıkmasının güvencesi, iktidar perspektifi belirgin bir siyaset anlayışına ve kararlı bir insan birikimine yaslanmasıdır.
Bir not daha ekleyelim. İktidar perspektifi bir kez inşa edilip sonraki uğraklarda değişmez bir şekilde var olan bir Mısır piramidi değildir. Eskiyi yenileyen, nihai hedefe ulaştıracak yeni yollar arayan ve özgül koşullara göre yeniden üretilen dinamik bir yapıya sahip olmalıdır.
Peki, “iktidar perspektifi” filtresiyle ele aldığımızda, bugün Türkiye sosyalist hareketi ne durumdadır?
Bir iç değerlendirme ve eleştiri olarak şunu söyleyebiliriz: Sosyalist hareketin güncel görünümünü de belirleyen önemli bir kesimi, 1970’li yılların ikinci yarısında olduğu gibi, yoğun baskılara karşı etkileyici bir direnç sergiliyor ve bazı dönemlerde belirli ölçüde güçlenme becerisi gösterebiliyor. Ancak, iktidar perspektifinin silikleştiği, düzen içi başarı arayışlarının ve reformist eğilimlerin baskın olduğu bir siyasal düzleme sıkıştırılmış durumdadır.
Sosyalist sol, emekçi sınıflar içinde kalıcı örgütlenme örnekleri yaratamadığı, kapitalizmin ideolojik saldırılarına etkili yanıtlar üretemediği ve bugünün koşullarına uygun bir örgüt ve siyaset anlayışı geliştiremediği politik ortamda; iktidar perspektifini marjinal ve gerçekliğini yitirmiş olarak değerlendirip üzerine bir dantel örtü seriyor. Ardından bir metafor üretiyor, suyun üstünde kalabileceğini düşündüğü, “gövdesi” ve belki “salması” da olan yelkenlisinde dümene geçiyor ve rotası belirsiz bir şekilde, güncel rüzgârla bir oraya bir buraya savrulmayı, nihai hedeften uzaklaşmayı alışkanlık hâline getiriyor. Tarihsel hedeften ne kadar uzaklaşırsa, tarih bilincini de o kadar kaybediyor.
Özetleyelim; iktidar perspektifinin yitirilmesi, siyasal mücadelede devrimci amaçlardan sapmayı, geçici araçların ve dönemsel kazanımların nihai hedefin yerine geçmesini beraberinde getirir. Kapitalist düzeni devrimci bir iradeyle yıkma inancının yerini, sistemin sınırlarını çizdiği dar alanlarda şekillenen ve ancak düzenin sunduklarıyla yetinen bir sol reformizm alır.
Bütün bu değerlendirmelerden hareketle son olarak şunu ekleyebiliriz: Bugün komünist olma iddiasındaki bir partinin en devrimci ve ayırt edici niteliği, iktidar perspektifine sahip olmasıdır.
Reddedilen: Parti içi eğilimler
Bolşevik Parti ve sonrasında Komünist Enternasyonal’in etkisinde olan komünist partilerde, (her ne kadar tartışmaya açık yönleri bulunsa da) merkeziyetçiliğe güçlü bir vurgu yapılmış ve parti içi hiziplere karşı düşük tolerans gösterilmiştir. Bununla birlikte, Leninist bir ilke olarak sıklıkla vurgulanan "demokratik merkeziyetçilik", çoğu zaman göz ardı edilen, eksik uygulanan veya kolay vazgeçilen bir örgütsel yöntem olarak eleştirilmeye açıktır.
Lenin’in Ne Yapmalı?, Bir Adım İleri, İki Adım Geri, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Sol Komünizm gibi eserleri parti içi hizipler ve merkeziyetçilik konularına dair önemli kaynaklar olarak öne çıkar. Bu eserlerde, Lenin’in hiziplere karşı tavrı ve merkeziyetçiliğe yaptığı vurgu da belirgin bir şekilde hissedilir.
Fakat bu yaygın ön kabullere rağmen şunu eklememiz gerekiyor: Hem Lenin’de hem de Bolşevik Parti’de ya da Lenin’in önderlik anlayışında farklı düşüncelerin, eleştirilerin, uyarıların ve nihayet parti içi eğilimlerin yeri vardır. Bunların, partinin bütünlüğünü, eylem gücünü ve iktidar perspektifini koruyacak biçimde kapsanmasının yolu aranır. Hatta kimi durumlarda Lenin’in kendisi de parti içi eğilimlerin temsilcilerinden biri olmuştur.
Burada birkaç kez tekrar ettiğimiz “eğilim” ve “hizip” arasındaki ilişkiyi ve aralarındaki meşruiyet farklarını birazdan ele alacağız, ancak öncelikle parti içi eğilimler ile ilgili birkaç noktayı daha vurgulayalım:
Birincisi, bugüne kadar yaşanan deneyimler şunu gösteriyor: Gerek Leninizmin bir yorumu olarak gerek geçmişte Komintern etkisiyle gerekse anti-komünist saldırılara karşı bir kalkan oluşturma kaygısıyla uygulanan merkeziyetçilik ve “eğilimlerin dışlanması eğilimi”, kendi başına komünist partilerin bütünlüğünü ve eylem kapasitesini koruma konusunda işe yaramamıştır. Avrupa komünist partileri tarihinden veya okurların yakından bildiği Türkiye’de tarihsel TKP ve hatta merkeziyetçiliğin kendince kitabını yazan güncel TKP tarihinden çok sayıda örnek gösterilebilir. Örgütlü bir yapıda eğilimlerin önüne geçme çabası, karşılıksız ve boş bir çabadır.
İkincisi, yazının girişinde de değindiğimiz gibi, bizim henüz net bir ad koyamadığımız ve “kapitalizmin yeni evresi” diyerek geçici bir tanımla ifade ettiğimiz bir dönemin içindeyiz. Bu dönemin en çarpıcı özelliği; sistemin yönetim yapısının ve birikim modelinin, işçi sınıfının bileşiminin nasıl şekillendiği, anti-kapitalist devrimci dinamiklerin hangileri olduğu, emperyalist hegemonyanın nasıl inşa edilmeye çalışıldığı, kimlik mücadeleleri ve sınıf mücadelesi arasındaki ilişkinin nasıl tanımlanacağı ve bunlara benzer pek çok başka temel tartışmanın canlı ve dinamik biçimde devam ediyor olmasıdır.
Bu dönemin yeni bilgi, gelişmeler ve tartışmalarla sürekli etkileşime açık hâlde olduğu göz önüne alındığında, sınıf mücadelesi içinde ve komünist partilerin siyasal strateji oluşturma süreçlerinde farklı görüşlerin ve eğilimlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır ve doğal karşılanmalıdır. Siyaset ve düşünce dünyasının bu çok boyutlu ve tartışmalı yapısının komünist partileri etkilememesi düşünülemez. Bu noktada komünist partinin asıl yapması gereken, ideolojik ve politik tartışmalara aynı düzlemde yanıt verebilmek ve partinin tümünü bu tartışmanın aktif bir bileşeni hâline getirecek yöntemleri bulmaktır. İdeolojik ve politik meseleleri dar bir örgütsel sorun kategorisine hapsedip bunları itibarsızlaştırma, dedikodu yayma ya da suçlu ilan etme gibi idari önlemlerle aşmaya çalışan bir parti, kendi kaynayan kazanının altına odun atacak ve daha büyük yaralar açacaktır.
Üçüncüsü, parti içindeki eğilim farklılıkları, küçük kadro örgütlerinde de toplumsallaşma başarısını gösteren ve üye yapısı daha esnek olan partilerde de var olabilir. Buradaki temel ölçüt, partinin büyüklüğünden ziyade sistemin, sınıfın, siyasal partilerin ve toplumların dinamik ve gelişen yapılarının etkisidir. Siyasal alanda daha fazla görünürlük kazanan, büyüyen ve toplumsallaşan bir partide eğilimlerin sayısı ve bu eğilimlerin kendini gösterme olasılıkları doğal olarak artacaktır. Parti içinde eğilimlerin temsiliyet ve tartışma ortamı bulması, bu eğilimlerin sertleşip kopuşa evrilmesinin engellenmesinin ve onların etkileşime açık bir zeminde şekillenmesinin, belki de erimesinin en etkili yoludur.
Bu başlıkla ilgili iki ek daha yapıp bitireceğiz.
Birinci ek “eğilim” ve “hizip” üzerine: Eğilim, parti içinde belirli bir politik, ideolojik ya da örgütsel konuda farklı görüş ve yaklaşımları savunan ve parti bütünlüğünü koruyarak tartışma yürüten kişilerden oluşur. Eğilimler, genellikle bir konuda partinin egemen çizgisinden farklı düşüncelere sahip olan, tartışmalara dayalı ve esnek bir yapı sergileyen gruplar olsalar da partinin birliğini, eylem gücünü ve disiplinini koruyarak adım atarlar. Eğilimler, nihai karar alındığında parti çizgisine uyum sağlar ve genel karakteristiği ayrılmaya değil ortaklaşmaya ve kendini eritmeye yöneliktir. Ayrıca eğilimler, partinin çeşitli kesimlere hitap etme kapasitesini artıracak ve değişen siyasal koşulları çözümlemesini kolaylaştıracak süreçlerin dinamik gücü olabilirler. Bu nitelikleri sayesinde, eğilimlerin yürüttüğü tartışmalar partiyi geliştirir, güçlendirir ve partinin dogmatik bir yaklaşıma sıkışmasını da engelleyebilecek meşru bir rol oynar.
Hizipler ise, parti çizgisine veya liderliğine karşı alternatif ideoloji, strateji veya örgütsel yaklaşımlar geliştiren gruplardır. Hiziplerin kendi başlarına karar almak, partiden bağımsız bir çizgide ilerlemek, kapalı bir yapıya sahip olmak gibi özellikleri vardır. Ayrıca partinin merkezî kararlarına uymama eğilimindedirler. Ortaklaşmaya değil, ayrılmaya daha yakın bir duruş sergiledikleri için parti bütünlüğünü de tehlikeye atan bir yapıya sahiptirler. Hizipler, komünist partide birliği değil, ayrılığı pekiştirdikleri için meşru olarak kabul edilemez. Hizip ancak bir sonuç olarak, daha doğrusu istenmeyen bir sonuç olarak ortaya çıkabilir.
Bir partide bir sonuç olarak eğilimlerin hiziplere dönüşmesinin en sık rastlanan nedeni, kolektif bir yaklaşımı benimsemeyen; tartışma, eleştiri ve özeleştiri süreçlerini engelleyen, tüm üyelerin ortaklaşarak ideolojik ve politik doğrultuyu oluşturmasına izin vermeyen, partiyi dar bir kliğin otoritesiyle yöneten, eğilimlerin kendini ifade edebileceği mekanizmaları oluşturmayı reddeden ve tüm eleştirilere “hizip” muamelesi yaparak dışlayan bir parti önderliğidir.
İkinci ek olarak, parti içi eğilimlerle de doğrudan ilgili olan “demokratik merkeziyetçilik” konusuna kısa bir not düşelim: Bana kalırsa, oldukça klişeleşmiş ve deyim yerindeyse suyu çıkarılıp anlamını kaybetmiş “demokratik merkeziyetçilik” yerine, “katılımcı parti” veya “denetlenebilir liderlik” gibi yeni kavramlar kullanmalıyız.
“Demokratik merkeziyetçilik”, komünist partinin dışa dönük öncülüğü bağlamında geçerliliği ve uygulama alanı olmayan bir kavramdır. Asıl geçerliliği ve uygulanma yeri parti içi ilişkilerde tanımlanır. Bu açıdan bakıldığında demokratik merkeziyetçilik, partinin verili bir siyasal süreçte ileri doğru hamlelerini ve açılımlarını, üyelerinin fikirlerini, eleştirilerini, eğilimlerini ve onların düşünsel/örgütsel varlığını temel alarak uygulanması gereken bir ilkedir. Bu ilkenin uygulanmadığı parti deneyimlerinde, parti içinde özneleşmiş bir grubun diğer üyeleri “nesneleştireceği” bir örgütsel zemin ve yapı yaratılır. Sonuç olarak, yönetimi elinde tutan grup, partiyi aynı yola baş koymuş politik devrimciler örgütü olarak değil, belirlenmiş tanımları, sınırları ve görevleri olan şirket personelleri olarak görmeye başlar.
Öte yandan, çeşitli koşullar söz konusu olduğunda, farklı biçimlerde uygulanabilecek bir esnekliğe sahip olan demokratik merkeziyetçilik ilkesi, günümüzün komünist partisinde “yöneticiyi geri çağırma hakkı” veya örneğin “yetkili ve özerk bir denetleme mekanizması” gibi katılımcılığı, demokratik işleyişi ve taban kontrolünü güçlendiren uygulamalarla bütünleştirilerek hayata geçirilebilir.
Komünist partinin, örgüt içi iş bölümlerinin basit bir aritmetik toplamından daha büyük bir bütünlüğü temsil ettiğini kabul etmeliyiz. Partinin bileşeni olan unsurlar arasında eleştirel, geliştirici ve birleştirici bir ilişki kurulduğunda, yani bu unsurlar komünist partinin temel hedefleri ve sosyalist mücadelenin ilkeleri etrafında birleştiğinde, yeni bir paradigma ortaya çıkar. Partinin bütünlüğünü ve istikrarını sağlayan omurga ise bu bileşenlerin diyalektik ilişkisini kurabilmek ve bütünü temsil eden bu paradigmayı açığa çıkarmakla çakılacaktır.
Komünist parti, devrimci görevlerin ve günün koşullarının gerektirdiği şekilde kendini yenileyen bir örgüt olmalıdır. Ama asla, bir salona topladığı yoldaşlarına karşı kendini kutsayan bir veya birkaç liderin diskur çektiği, ayrıcalıklı bir yönetici kliğin partinin tümünü belirleyen kararları kimseye sormadan belirlediği, “bu gidişte bir sorun var, bunu konuşmalıyız” diyen herkese de “hizip”, “bozguncu”, “günah keçisi” muamelesi yapılan ve felakete davetiye çıkaran bir örgüt olmamalıdır.
Bir kısır döngü: Parti fetişizmi
Komünist parti, gündelik yaşamın sıradan akışında kaybolmuş milyonlarca insanı devrimin öncülerine dönüştürmenin bugüne kadar keşfedilmiş en etkili aracıdır. Politik ve ekonomik koşulların hangi yönde geliştiğini analiz etmek, işçi sınıfının bu gelişmelere nasıl yanıt vereceğini öngörmek ve sosyalizm mücadelesini örgütlemek görevi partiye aittir. Peki, komünist partiyi böylesine önemli bir araca dönüştüren bu işlevler, onu bir amaç hâline getirmek için yeterli gerekçeler midir?
Ya da şöyle soralım: İşçi sınıfının iktidarını kurma ve kapitalizmi ortadan kaldırma mücadelesinde, önemli bir araç olarak kullanılan “parti”yi, toplumsal ve nihai olan amacın önüne geçirerek kutsallaştırmak ve onu fetişleştirmek neden yapılır ve bundan en çok kimler fayda sağlar?
Şöyle bir komünist parti tablosunu göz önüne getirelim:
Kitlelerle güçlü, örgütleyici bir bağ kuramayan, kalıcı devrimci örgütlenmeler yaratma hedefinde başarısız olmuş ve düzen içi dönemsel edinimlerle yetinen,
Üyelerine sosyalist ideolojik formasyon ve devrimci örgüt kültürü kazandıramayan,
Parti içi disiplini ve liderlerin kararlarına sorgusuz uyumu yaratıcı düşünce ve eylemin önüne koyan,
Parti içinde eleştiriden ve özeleştiriden uzak, kendilerine konforlu alanlar yaratan yönetici kadroları barındıran bir parti.
Örnekler çoğaltılabilir, ancak uzatmaya gerek yok. Böyle bir partiyi yönetenler için “parti fetişizmi” yaratmak adeta bulunmaz bir nimettir. Böylece önderlik mekanizması ve mevcut statüko, partinin tüm varlığıyla özdeşleştirileceği gibi partiyi korumak, sadece ve sadece onu yaşatmayı ve büyütmeyi amaç hâline getirmek de mümkün olacaktır.
Yukarıda, eğilimlerin parti bütünlüğü içinde olumlu bir şekilde kapsanmasının öneminden söz ettik. Eğer bir eğilimi konusu açılır açılmaz, kokusu çıkar çıkmaz reddetme hakkımız varsa, bu yalnızca partiyi kutsayıp onu sınıf mücadelesinin ve çıkarlarının önüne koyan “parti fetişizmi”ne karşı olmalıdır.
Çünkü parti fetişizmi, devrimci mücadelede öncü olabilecek öznelerin, parti ve lider kültüne tapınma seviyesine ulaşabilen sorgusuz bağlılığıyla, nihayetinde partinin kitlelerle bağının kopmasıyla ve işçi sınıfının hem gündelik hem tarihsel mücadelesinin zayıflamasıyla sonuçlanır. Bu fenomen, yazının bütününde değindiğimiz iktidar perspektifi kazanma, eğilimleri kapsama ve demokratik, katılımcı bir parti pratiği oluşturma gibi önemli hedeflerde geçici başarısızlığın bir sonucudur. Ayrıca, yine bu başlıklarda ve daha fazlasında bir daha başarılı olunamayacağının da garantisi olan bir fasit daireyi ifade eder.
Şimdi bitiriyorum, “fetişizm” bir nesneye ya da varlığa aşırı derecede önem verme (yüceltme) ya da tapınma anlamına gelir. Bilimsel akla dayalı ve eleştirel bir düşünce sistematiğine sahibiz ve bir varlığa ya da nesneye tapınmayı reddediyoruz.
Komünistlerin partisi, sosyalizm mücadelesinde herhangi bir araçtan çok daha fazlasıdır. Ancak, sadece partinin örgütlenmesini ve varlığını güvence altına almanın, tarihin tüm kapılarını ardına kadar açan bir anahtar olmadığını bize hatırlatan çözümleyici bir yönteme ve tarih bilincine sahibiz.
Bolşevik Parti, şüphesiz ki parti üyeleri ve Lenin için son derece önemliydi. Ama Lenin’in en önemli özelliği, gerektiğinde partiyi aşmayı bilmesidir. İsteyen, 1917 Şubat Devrimi sonrası MK ile tartışmalarına ve Nisan Tezleri’ne başvurabilir. Leninizm, fetişleşmiş bir parti sadakatini asla kapsamaz.
İşçi sınıfının eşitlik ve özgürlük mücadelesinde öncü bir rol üstlenecek ve tarihin bir anına kendi izini bırakacak bir parti kuracağız. Ne var ki, başarısız olduğumuzda ne ona ne de onu kendisiyle tanımlayan liderlere tapınacağız ve mücadelenin çıkarları gerektirdiğinde onları da aşmayı bileceğiz.